Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Tubitak Ansiklopedi Fenomenoloji Nedir?

        Deneyim hakkındaki tüm varsayımlarımızı bir kenara bırakarak gerçekliğin fenomenler aracılığıyla verilişini betimlemeyi amaçlayan bir felsefe akımı olan fenomenoloji, Edmund Husserl (ö. 1938) tarafından kurulmuştur. 

        Fenomenoloji Grekçede görünüş anlamına gelen "fenomen" ile akıl, yasa, tanım, kendini açığa çıkaran söz anlamlarına gelen "logos" kavramlarının birleşimiyle oluşan bir sözcüktür. Fenomen tıpkı doğruluk ve adalet gibi bir felsefe kavramıdır ve sadece günlük dildeki kullanımıyla anlaşılamaz. Kavramın kullanımına öncelikle presokratiklerde, özellikle Anaksagoras'ın doğal fenomenler bahsinde rastlıyoruz. Bu anlamda fenomen belirmeyen, gizli kalana nazaran beliren ve görünendir. Şeylerin duyulur özellikleri, insanların eylemleri ve sözleri fenomenleri görünür kılar. Ne var ki fenomenlerin yüzeyleri ve derinlikleri vardır, bazıları kolayca görünür bazıları kendilerini dolaylı yoldan açar. Fenomen kendini olduğundan başka türlü gösteren anlamında olumsuz bir görünüş değil Homeros'un İlyada eserinde Akhilleus'un öfkeyle kılıcını çekerek Agamemnon'u öldürmeye yeltendiği anda, onu yatıştırmak için diğer ölümlülere görünmeyerek sadece Akhilleus'a görünen tanrıça Athena'nın belirmesi gibi, halihazırda örtük görünmez olanın, karanlıkta kalmak yerine kendini olduğu gibi sunması, tezahür etmesi anlamında bir görünüştür. 

        Fenomen ya da nesnel görünüş bilimi anlamına gelen fenomenoloji terimi her ne kadar yirminci yüzyıldan önce Lambert, Kant, Fichte ve Hegel tarafından kullanılsa da fenomenolojinin asıl kurucusu Alman filozof Edmund Husserl'dir (ö. 1938). Husserl'in felsefesinde üç dönem bulunur. Matematik felsefesi üzerine çalışmaları ile mantıksal araştırmalar dönemi betimsel bir yöntem olarak fenomenolojinin doğuşuna tekabül eder (1887-1901). Husserl bu dönemde özellikle Brentano'nun betimleyici psikolojisinden etkilenerek bilinç araştırmaları yapmıştır. İkinci dönem, fenomenolojik indirgeme fikrinin geliştirildiği ve fenomenolojinin transandantal bilim olarak ortaya konduğu dönemdir (1905-1929). Husserl temel eserlerini bu dönemde yazmıştır. Son dönem ise bilimler krizi ve yaşam dünyası sorularının filozofun düşünce dünyasının merkezinde yer aldığı dönemdir (1929-1936). 

        Bu dönemlerde Husserl'in felsefesine yön veren ilk sorun kurmakta olduğu fenomenolojiyi, ampirik bir bilim olan psikolojiden ve rasyonel bir bilim olan mantıktan ayırmaktır. Bilim için nihai kriteri başarı ve etkinlik olarak belirleyen dönemin pozitivist ve pragmatist anlayışından farklı olarak Husserl, bilimin radikal kesinliğinin temellerini araştırır. İkinci sorun ideal nesnelerin, matematiğin ve mantığın nesnelerinin kurulumunun ardından tüm nesneleri kuran öznenin kökensel kurulumudur (Urkonstitution). Dünyayla kurulan öznel deneyim sadece olumsal sentetik bağlarla kurulmaz onun zorunlu yapıları vardır. Söz konusu sorun Husserl'i içsel zaman bilincinin fenomenolojisini yapmaya götürür. Üçüncü sorun ise transandantal öznelliği tekbencilik tehlikesinden uzaklaştırmak için başka öznelerin kurulumu ve kolektif yönelimsellik sorunudur. Husserl'in karşılaştığı son sorun ise akıl eleştirisi ve tarihsellik tartışmasıdır. Husserl'i matematikten yola çıkıp, bilincin kökensel zamansallığına götüren ve oradan da öznelliğin dünya-kurucu, bedensel, özneler arası ve tarihsel yapısına sevk eden süreç içinde fenomenoloji hem bir yöntem hem de bu yöntem sayesinde kurulacak kesin bir bilim olarak ortaya çıkar. 

        Fenomenolojiyi yirminci yüzyılın diğer akımlardan ayıran temel husus kendini göstereni, belireni, tezahür edeni ortaya koymak ya da şeylerin özünü dolaysız ve apaçık kavramaktır. Husserl tarafından fenomenolojiye atfedilen "şeylerin kendisine dönme" görevi, betimsel bir yöntemin temel ilkesi olarak, bize her türlü ön yargıdan önce sunulduğu şekliyle fenomenlerin tezahürünü açıklamaya çalışır. Tezahürün üçlü yapısı şöyle betimlenir: fiili olarak beliren, yani "şey"; belirenin kendisine belirdiği birinci tekil şahıs öznellik (öznellik hem belirenin aracısıdır hem de kendisi dünyada belirir); ve son olarak, belirenin beliriş tarzı, yani veriliş biçimi. Tüm mekansal şeyler ancak sürekli değişen kısmi profillerle (Abschattungen) verilir. Örneğin birinci tekil şahıs deneyimde küp hiçbir zaman altı yüzüyle verilmez. Nereden bakarsanız bakın her zaman üç yüzü eksiktir ama görünen yüzler görünmeyen yüzlere gönderimde bulunur. Dolayısıyla algılanan şeylerin veriliş biçimi her zaman algılanmaz ufuklar içerir. Her mevcudiyet namevcut bir zeminde verilir. Oysa bilinç yaşantıları için aynı durum geçerli değildir çünkü onlar bilince içkindir, eksiksiz ve tam verilirler, mevcudiyetleri ve verilişleri birbirine denktir.

        Husserl'in özne ile dünya arasındaki ilişkiyi geleneksel kartezyen yaklaşımın dışında düşünmeye çalıştığı ünlü korelasyon tezine göre bilince aşkın şey ile onun bilince veriliş biçimi arasında kurucu ve dolayısıyla evrensel a priori bir ilişki vardır. Şu halde, bilincin dışında var olan şeyin aşkınlığı, bilince göreceliği dışlamak yerine bu göreceliği içerir; öyle ki yalın bir anlamda bilince belirmeyen bir şey var olamaz çünkü şeye erişim biçimimiz onun varlığının anlamına dahildir. Bu keşif fenomenolojiyi naif realizm ve naif idealizm ayrımın ötesine taşır. Böylece felsefe tarihinden miras kalan görünüş ve gerçeklik arasındaki klasik ayrım ortadan kalkar. Var olan bilinçle özsel bir ilişki içindeyken, kendinde bir gerçeklik olarak bulunamaz; gelgelelim var olan bu ilişkide aşkın olarak yer aldığı için (zira esasen bilinç ve var olan arasında bir özdeşleşme değil korelasyon vardır) idealizmde olduğu gibi onun gerçekliği bilinçte emilemez. Tezahürün bu yeni anlamının keşfi, onu betimlerken kullandığımız kavramların anlamlarını da dönüştürür. Var olanın, şeyin ya da dünyanın özneyle korelasyonu ilişkinin her iki tarafının özlerine ilişkin tüm mümkün deneyimler için a priori bir geçerlilik içerir. Özsel olan (eidos) evrenseldir ve görü gibi özel bilinç edimleriyle yakalanabilir. Fakat bu durum fenomenolojinin gizli görünmez ve ideal olanı açıklayacağı anlamına gelmez. Tam tersine bize fazlasıyla yakın olanı ve bu yakınlık ve mesafesizlik yüzünden doğru bir şekilde göremediğimiz şeyi eleştirel olarak göstermeye çalışır.

        Fenomenoloji tümdengelim gibi kuramlarla ilerlemek yerine karşılaştırır, ayrım yapar, bağlar, ilişkiye sokar ve öğelere ayırır. Husserl tüm bu etkinlikleri ilkelerin ilkesi olarak tanımladığı saf görüde temellendirir. Ona göre asli olarak verilen görü tüm bilginin kaynağıdır ve görüde şeyler kendilerini oldukları gibi kesinlik içinde verirler. Dolayısıyla metafizik gelenekte olduğu gibi gerçekliğe bol gelecek kavramlar giydirmek yerine şeylerin bize verildiği bilinç yaşantılarından soyutlama düzeyindeki öz araştırmasına gitmek gerekir. Fenomenoloji sadece duyulurun ötesini rasyonel olarak kuşatmayı değil duyusal dünyanın kendisindeki rasyonel problemleri bulup çıkarmayı önerir. Fenomenolog felsefi bir sistem idealinin peşinde değil süregelen bir felsefe için sağır, dilsiz deneyimin anlamının peşindedir. 

        Fenomenolojiyi bağımsız bir disiplin olarak ortaya koyan tam da budur. Alman filozofa göre doğalcılık var olanın yapısını doğa yasalarıyla kavramaya çalıştığı gibi, psikolojizm de psişik olanın yasalarını ampirik bilincin yasalarıyla kavramaya çalışır. Oysa bilinç yaşantılarının öz araştırması, nedensellik ilişkileriyle ve ampirik bilincin yasalarıyla karıştırılamaz. Alman filozofun felsefeye getirdiği yenilik, düşünceyi bilincin dünya ile kurduğu korelasyon üzerinden temellendirip fenomenolojinin betimleyici gücünün verimliliği sayesinde felsefi sistemlerin kavramsal kapalılığına bir çözüm bulmaktır. Husserl'e göre bu durum felsefede köklü bir yeniden başlangıç yapmayı gerektirir. Husserl bunu iki işlemle gerçekleştirir: fenomenolojik indirgeme (epokhe) ve yönelimsellik. 

        Epokhe, korelasyona erişim tarzı olarak da tanımlanabilir. Fenomenolojik betimlemenin imkanını ortaya çıkarmak için, kendisinin bir tutum olduğunun farkında olmayan doğalcı tutumu ifşa etmek gerekir. Doğalcı tutum zihinden ve deneyimden bağımsız gerçekliğin varoluşuna dair örtük inancımızdır. Bu realist varsayım o kadar temeldir ve derinlere kök salmıştır ki yalnızca pozitif bilimler tarafından kabul edilmekle kalmaz, kuram-öncesi gündelik yaşamımızı da etkiler. Bu varsayım ne kadar açık ve doğal görünürse görünsün, Husserl onun geçerliliğini sorgusuz sualsiz kabul etmenin felsefi anlamda kabul edilemez olduğunu ısrarla vurgular çünkü bilincin dış gerçekliğin bir türevi olduğunu iddia etmek (bilincin varlığını şeylerin varlığı kipinde yani bir töz olarak düşünmek), bilincin kendinden başka olana açıklığını düşünmemizi engeller. Bu bağlamda Husserl'e göre bilincin doğallaştırılması, idelerin ve onlarla birlikte bütün mutlak ideallerin ve normların doğallaştırılması felsefenin önündeki en büyük tehlikedir. 

        Tüm bilincin temel özelliği olan yönelimsellik, özneyi kendi dışına çıkma olarak ortaya koyar ve onu tözsel bir varoluş olmaktan kurtarır. Bu anlamda özne önce var olan, sonra nesne ile ilişki kuran bir şey değildir aksine her bilinç bir şeyin bilincidir. Yönelimsellik algılamak, duymak, yargılamak, düşünmek kaygılanmak gibi tüm bilinç edimlerinin ortak özelliğidir ve bilinç her edimde kasıtlı olarak bir şeye yönelir. Bu bağlamda Husserl'in temel sorusu bilincin psişik ve fiziksel şeylerin anlamlarına nasıl yöneldiği, onlara nasıl anlam verdiğidir çünkü dünyaya anlam verme aynı zamanda dünyanın anlamını algılamaktır. Şeyin anlamının bilinç yaşantıları içinde nasıl kurulduğunu araştırmak aynı zamanda onun ufkunu anlamaktır. 

        Husserl sonrası fenomenologlar Alman filozofun eserinin şu iki merkezi fikrini başlangıç noktası olarak alırlar: transandantal bilincin içkinliği fikri ve aşkınlık olarak yönelimsellik fikri. Husserl bütün yaşamı boyunca bu iki yaklaşımı birbirlerinden ayırmayarak onları kırılgan bir dengede tutmaya çalışmıştır. Ne var ki, kendisinden sonra gelen düşünürler bu dengeyi bir kenara bırakıp söz konusu iki yaklaşım arasındaki karşıtlıktan beslenip kendi fenomenolojik yorumlarını ortaya koymuşlardır. Bu bağlamda fenomenolojinin ikinci kurucusu ve Husserl'in asistanı olan Martin Heidegger fenomenolojiyi ontolojisinin yöntemi haline getirir. Fenomenolojinin diğer önemli isimleri arasında sayabileceğimiz Eugen Fink, Edith Stein, Max Scheler, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Maurice Merleau-Ponty, Emmanuel Levinas, Paul Ricoeur, Michel Henry, Jan Patocˇka, Hannah Arendt ve Jacques Derrida Alman kurucuların eserlerine eleştirel bir mesafe alıp hem onlarla birlikte hem de onların eserlerindeki düşünülmemiş boyutlar içinden düşünerek fenomenolojiye yeni kimlikler kazandırırlar. 

        YAZAR

        Emre Şan

        Yazı Boyutu
        Habertürk Anasayfa