Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya AKM ve "Ben Ruhi Bey Nasılım"
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Atatürk Kültür Merkezi (AKM)’nin yıkılıp yeniden inşa edilmesinden sonra birilerinin aklına yeni AKM’yi memleketin birkaç kültür insanına soralım fikri gelmiş olmalı ki benim karşıma çıkan bir videoda “AKM’yi bir şairle irtibatlandırırsanız, sizin dünyanızda bu isim kim olurdu?” sorusuna Nabi Avcı şu çarpıcı cevabı veriyordu:

        “Bence burası bir Mehmet Akif değil, Yahya Kemal eh biraz kenarından dolaşırsak varabiliriz belki ona ama o da değil. Ben bu binaya baktığım zaman burada sergilenen etkinliklerden mülhem aklıma hep Edip Cansever ve onun ‘Ben Ruhi Bey Nasılım’ kitabı gelir.”

        Bu cevabı duyduğumda yerimde çakılıp kaldım bir süre, aklıma bir yığın şey üşüştü. Bir kere daha önce hiç böyle bir şey üstüne düşünmemiştim. Bir binayı bir şair, bir yazar üzerinden tanımlamak, onunla özdeşleştirmek, onun üzerinden ona bir ruh vermek aklıma gelen bir şey değildi. Mimarinin, en az musiki, en az edebiyat kadar milli şuuru meydana getiren önemli unsurlardan birisi olduğuna vakıftım ama bir binayı bir şairle, bir yazarla irtibatlandırmak düşündüğüm bir şey değildi o ana kadar, bu yüzden Nabi Hoca’ya müteşekkirim!

        *

        İnkılaplar, kendilerinden önce ne varsa, onlardan pek hoşlanmaz, çoğuna “gerici” yaftasını yapıştırır, bir punduna getirip onları devre dışı bırakmanın yollarına bakarlar. Her inkılap, tarihi kendisiyle başlatır çünkü. Kendisinden öncekilere hep öfke besler. Edebiyatı yeniden dizayn eder mesela, ama bunda başarılı olmuş hiçbir inkılap yoktur. Musiki de öyle, mimari de… Hele o mimari yapıların içinde, bazı simge binalarda yeni devrin adamları geçmişte eza görmüşlerse, o mekân onlara acı bir tarihi hatırlatıyorsa, yaralarını deşiyorsa, devrimciler fazla beklemez oraya kazma kürekle girişirler.

        *

        Ahmet Hamdi Tanpınar 1933 yılında “Yedigün” derisinde yayınlanan “Üç Devir Bir Bina”(“Hep Aynı Boşluk” içinde) başlıklı kısa denemesinde, Kemalist Türk inkılabının kendisinden önce var olan mimariye karşı pek hoyrat davranmadığı için onu diğer inkılaplardan ayırır.

        Üstat, Fransa’da ihtilal öncesi bir zulüm mekânı olan Bastille’in ihtilalden sonra halk tarafından yakılmasını anlatarak başlar derdini anlatmaya. Devrin Fransız entelektüelleri de halkın bu eyleminden pek memnundur, kimse yakılmasını engellemeye kalkışmaz. Hatta Jules Lemaître’in, “O gün bir yağmur yağsaydı Paris en karakteristik binalarından birine bugün sahip olurdu,” diyerek alay ettiğini söyler Tanpınar.

        Ama mesela Türk inkılabı böyle bir inkılap değildir, o “nizamın çocuğudur”, bina ve şehirleri yıkmak yerine “kafaların çemberini kırdı” üstada göre. Yıkıcı bir inkılap değildi Kemalist inkılap çünkü coşkusunu yıkan değil, “yapmasını bilen bir mimar zekanın aydınlığından” almıştı. Yarının gençleri, inkılapçıların vakti zamanında birer kötülük mekanı olan o binaları neye dönüştürüldüğünü görerek yetişecekler.

        Buradan yola çıkarak sözü Bekirağa Bölüğü’ne getirir Tanpınar. Abdülhamit devrini yaşayanlar bu binayı “korkunç bir ürpermeyle” hatırlarlar. Bir zulüm mekanıydı, bir “ölüm eşiğiydi” bu bina. Abdülhamit’i deviren İttihatçılar da o geleneği olduğu gibi devraldı. Kendilerine karşı gelenlerin tümünü onlar da bu “mahpese” tıktılar. Ama Cumhuriyet, iki devirde de “insan etinin kırbaç altında delik deşik edildiği” bu binayı yıkmadı, “onu mektep yaptı” diyor Tanpınar.

        Önce tıp fakültesine verildi bina, uzun bir süre onlar kullandılar, Tanpınar’ın ölümünden çok sonra 1979 yılında Tarık Zafer Tunaya bu binada, “İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi”ni açtı, ben de o mektepten mezunum mesela.

        *

        Ahmet Hamdi Tanpınar, bu konuda sonuna kadar haklı. Kemalist inkılap var olan birçok şeye dokunmadı, hatta Atatürk gidip Dolmabahçe Sarayı’na yerleşti, birçok bina korundu ama ne yazık ki yenisini de inşa etmedi veya edemedi. Mimaride Ankara’da girişilen önemli bir girişim kısa sürede akim kaldı, böylece cumhuriyetin kendi üslubunu taşıyan bir mimari geleneği oluşmadı ne yazık ki. Var olanlar da İstanbul’da hızlı değişime uğradı, kalanların bir kısmına da cadde açacağım diyerek Adnan Menderes girişti. Bedrettin Dalan falan derken, Ak Parti döneminde başlayan “hızlı betonlaşma” da her şeyin tuzu biberi oldu. Mesela birkaç sene evvel, Peyami Safa’nın “Fatih-Harbiye” romanının tramvay yolunu takip ederek üstadın anlattıklarından bugüne neler kalmış görüp bir yazıya dökmek için çıktığım yolculukta daha yolun başında İstiklal Caddesi’nde kaybettim güzergahı. Bırakın o güzergâhta kaybolan binaları, tramvayın Fatih’teki “son durağı” bile hak getire. Oysa derler ki, “Eğer bugünün Paris’i bir deprem veya benzer bir doğal afetle tamamen yıkılsa, Balzac’ın romanlarına bakarak onu yeniden inşa etmek mümkün.” Bu sözde hem edebiyatın mekanla ilişkisi hem de muhafazakarlığın mimarideki yansımasını görüyoruz. Mimariyi muhafazakarlığın üç önemli dayanağı (diğerleri edebiyat ve musikidir) olarak gören anlayış, o şehrin mukimlerine “binaların dışı benim, içi senindir, içinde hangi değişiklikleri yapacaksan yap ama dışına dokunma”demiş ve bu fikir şehre yeni bir kimlik veren Napolyon döneminden beri herkes tarafından benimsenmiştir.

        Yine bir yerlerden kalmış aklıma, Bolşevik İhtilali sırasında elde teber kazma, ipini koparmış ihtilalci güruh Kremlin Sarayı’na dalmış; balyozlarla o güzelim sarayı tahrip etmeye başlamışlar, Lenin hemen onları durdurmuş, “Durun yapmayın, bundan sonra bu saray sizin olacak,” demiş de öyle durmuş lümpenler. O günden sonra o saraya o “proleterlerin” kaçı girdi bilinmez ama gidin Moskova’ya şimdi o saraya bakın, hiçbiriniz onda Nabi Hoca’nın AKM’de gördüğü şeyi görmez, onu bir Dostoyevski, bir Puşkin’le özdeşleştirmezsiniz.

        Yine 36 paralelin yukarısı Saddam Hüseyin’e yasaklanmadan önce diktatör, her birisinde muhteşem yayla havası esen Kürdistan dağlarında birbirinden ilginç birkaç yazlık kasır yaptırmıştı. Oralara gitmesi yasaklandıktan sonra Kürt köylüleri o kasırlara saldırdılar, içindeki her şeyi talan etmekle kalmadılar, kapı pencerelerini de söküp götürdüler, bomboş birer iskelet halinde kalan o kasırlara daha sonra aynı köylüler gelip söktükleri pencereleri naylonla, kapıları kendi ördükleri kilimlerle kapatıp içine girip yaşamaya başladılar. Ben o kasırlardan birisini görmüştüm oraya yaptığım bir seyahat sırasında, o kasırlara bakıp onları şimdi hangi Arap veya Kürt şairiyle özdeşleştirebilirim bilemem. Veya bu aralar müze yapılacağıyla ilgili haberlerin dolaştığı, bir zamanlar “insan bedeninin askeri postallar altında lime lime edildiği” Diyarbekir Cezaevi’ne baktığınızda aklınıza Mehmed Uzun ve onun başyapıtı “Dicle’nin Yakarışı” romanı gelir mi sahiden? Bence zor.

        Ama AKM öyle değil, Nabi Hoca haklı, ona baktığımızda sahiden de aklımıza Edip Cansever gelir ve onun büyük şiiri “Ben Ruhi Bey Nasılım” ından mülhem Nabi Hoca’nın dediği gibi “Ben AKM Nasılım” diyesi gelir insanın.

        *

        Peki AKM’ye bakınca Nabi Bey, neden Edip Cansever ve “Ben Ruhi Bey Nasılım”ı görüyor?

        Önce Cansever ve Ruhi Bey’den başlayalım.

        Her şeyden önce bu “roman-şiir”in şairi; “herkes değişik bir bitki görmekten bile mutlu” olurken, o “bir Karya kralı gibi, görkemli yalnızlığıyla, ancak tanrılarla konuşarak ara sıra, günbatımından mısralar emerek, bir başka yaşamanın içinde ateş saçan bir heykel gibi biraz da öylece kalakalan” (“Alev Ebüzziya’ya Mektuplar”) bir yalnız adamdır. Çok şiir yazdı ama bütün yazdıkları “varoluşu sorgulayan” tek bir yalnızlık şiiridir aslında.

        “İnsanın insandan başka dayanağı yok. Yalnızlık bile, başka insanların varlığı bilindikçe bir anlama kavuşuyor. Öyleyse bizim yalnızlık dediğimiz şey, bir kendini ayırmadan (tecrit etmeden) çok, kendine yönelme, kendini daha yakından inceleme yetisi olmalı. Buysa şiire çok yatkın bir durum; olup bitenlerin hesabını kendimiz­den sormak gibi bir şey...” diyor kendini ve yalnızlığı tanımlarken.

        “Ben Ruhi Bey Nasılım” şiiri bu anlayışla yazılmış bir şiirdir. Bütün kitap tek bir şiirden meydana gelir. “Roman-şiir” diyor ona Selim İleri. Aslında şair önce oturmuş, uzun, çok uzun bir roman yazmış. Sonra yazdıklarını koymuş önüne, elindeki kalemi bir heykeltıraşın keskisi gibi kullanmış. Yontmaya başlamış yazdıklarını yontmuş atmış, attıkça daha da derine inmiş. Sonunda elinde kalan cevhere de “Ben Ruhi Bey Nasılım” adını vermiş.

        Şiir sözün cevheriyse eğer, çocukluk hayatın özüdür… Çocuk bir an önce büyümek ister, hızlıca büyür ve çocukluğunu özlemeye başlar. Bundan sonraki hayatının tümü o özlemle geçer. Kendi anlatımına göre, “çocukluğun, ilk gençliğin daha sonraki hayatta nasıl etkin bir rol oynadığını” anlatmak için yazmış Ruhi Bey’i Cansever. Bir konakta geçmiş çocukluğu Ruhi Bey’in, şimdi ise bir otelde yaşıyor. İçerenköy’ün oralarda bir yerde konak. Evlatlık olarak girmiş o konağa, “evlatlıkların mavi pazen giysileri”yle dolaşmış konağın içinde, babası olacak adamın “üryan eriği gibi gözleri var”, “çizmeleri kamçılı”, o kadar çok kırbacı var ki… “Kızgın bir sardunya”dır “üvey”annesi; dayak yemiş ondan babadan. Gençken de bir gece limonlukta kadın “kötülük olsun”diye yanına gelip uzanmış, öpmüş, sonra “üstüne çekmiş” onu, sonra o istediği halde kadın bunu bir daha tekrarlamamış, yapacağını yapmış; “Çocukken vururdu, kanatırdı, ezerdi/Bu kez de/Anladım severekten/Okşayaraktan yapmak istedi aynı şeyi.”

        Üvey anne babadan başka şiirin diğer kahramanları, Çiçek Sergicisi, Meyhane Garsonu, Meyhane Patronu, Kürk Tamircisi Yorgo, Hayrünnisa, Genelev Kadını, Otel Katibi, Cenaze Kaldırıcısı Adem, Akordeoncu Kadın, Emekli Postacı gibi şahsiyetlerdir.

        *

        Hikâyenin burasında bir parantez…

        Türkiye’de aydın sağcı olsun solcu olsun, bildiği inandığı hakikatin değil, şahsi itibarının peşindedir daha çok, konforunu düşünür. Sürünün dışına itilmekten, mahalleden atılmaktan, cemaatten aforoz edilmekten feci korkar. Bu yüzden inandığı gerçek fikirlerini saklar, genel geçer olanın peşinden koşar. Gerçek fikirleri dost meclislerinde meyhane masalarında dökülür ortalığa ama iş aleniyete gelince, “Bütün bildiklerini söyleme ama söylediğin her şeyi bil” sözüne sarılır. Bu yüzden kısır ve iki yüzlüdür.

        Mesela 1950’lerde bu memlekette, sol cenahtaki okur yazarların önemli bir kısmı, savaş sonrasında Fransa’da ortaya çıkan ve Sartre’ın şahsında somutlaşan Varoluşçuluk felsefesinden bir hayli etkilendiler. Bunlardan birisi de Ferit Edgü’ydü ama Edgü’nün de belirttiği gibi hiç birisi, onlara iyi gelen bu felsefi akıma kapılıp “Varoluşçu” olamadı. Çünkü onların söz söyleme dönemi geldiğinde dağ taş Marksizm-Leninizm-Maoizm fikriyle inliyordu. Kötü birtakım çevirilerle memlekete gelen bu fikirler herkesi cenderesine aldı. Dolayısıyla hiç kimse farklı bir şarkı söyleyemeye cesaret edemedi, söylemeye kalkışanı da hemen cemaatin dışına atıyorlardı çünkü. Ne kadar Marksist Leninist veya Maoistsen o kadar kıymetliydin! Bu ortamda sol cenahta Varoluşçuluktan en çok etkilenen üç şair Edip Cansever, Turgut Uyar ve Ahmet Oktay’dı. (Sağ cenahta da etkilenenler var Rasim Özdenören, Nuri Pakdil vb.) Üçü de şiirlerinde “varlık, varoluş ve hayatın anlamını” sorguluyorlardı ve egemen anlayışa göre üçü de küçük burjuva duyarlıklarının şiirini yazıyorlardı. Kafaları inandıkları felsefi görüşte ama gövdeleri “hızla devrime koşan” kalabalıkların içindeydi. O kalabalıkları harekete geçirenlerse onları ciddiye bile almıyorlardı.

        Bu yüzden Edip Cansever’in 1976 yılında “Ben Ruhi Bey Nasılım” kitabını çıkarmış olması büyük bir cesaret örneğidir bana göre. Ama o dönem için aklı başında birkaç kişi hariç, bu kitabın değerini anlayan, onu kale alan çok az kişi vardı zaten. Yaptığın sanatın başında “devrimci” kelimesi yoksa o sanat değildi. Suyun başını Oğuz Atay’ın deyimiyle bir “devrimci çete” tutmuştu ve o büyük romancının da beynini bu “çete” yedi zaten.

        Varoluşçuluk ve hümanizm fikri o büyük şairlerin kendi fikri; yaygın sosyalizm anlayışı ise kalabalıkların fikriydi. Çarpıktı, köylüydü sosyalizm fikri, o şehirli şairlere çok uymuyordu ama hümanizm fikri onları sosyalizmle buluşturdu. Varoluşçuluk üzerinden burjuva değerlerini eleştirdiler, böylece şiirlerine yalnızlık, korku, ölüm gibi temaların girmesinin yolu açıldı.

        *

        “Ben Ruhi Bey Nasılım” bu dönemde yazılmış cesur bir şiirdir.

        Şiirde yukarıda adlarını yazdığım Ruhi Bey dışındaki kahramanların görevi bize Ruhi Bey’i anlatmak, tanıtmak gibiyse de aslında bir görevleri de kendilerini anlatmaktır. Bütün kahramanlar “varoluşsal bir boşluk” içindedirler.

        “Üvey annenin” onu “üstüne çekerek” yaptığı kötülükten dolayı Ruhi Bey limonluğu yakar. Bu eylemi bile içinin yağlarını eritmez, üvey annenin öldüğü gün konağı hepten yakar ve nefret ettiği üvey annenin yanına şehrin burjuvalarını da koyarak lanetler.

        Üvey anne ne kadar nefret objesiyse, “kokuşmuş kentsoylular” da öylesine “yalan bir hayat” sürdüren yaratıklardır. Her şeyi darmadağın eder, babasının kamçılarının yağmalanmasına ses çıkarmaz ve en sonunda artık iyileşir:

        “-Ben Ruhi Bey nasılım

        -Sahi siz nasılsınız Ruhi Bey

        -İyiyim iyiyim.”

        *

        Ruhi Bey’le Cansever’in ruhi travmaları benzerdir. Ruhi Bey de yalnızdır. O da “varoluşun anlamını” arıyor. Cansever’in Ruhi Bey’deki konağa benzer bir konakla yan yanadır evleri, çocukken hep o konağın içindekileri merak ettiğini söyler bir mülakatta. Şiirin diğer kahramanları da onun hayatta karşılaştığı kahramanlardır. Önce Ruhi Bey’i yazmaya başlar ama bir süre sonra tıkanır. Günün birinde Krepen Pasajı’nda bir adam görür. Aniden bir şimşek çakar beyninde. Sonrasını şöyle anlatır “Gül Dönüyor Avucumda” kitabında:

        “Pasaj da oldukça tenhaydı. Dipte, köşede bir garson uyukluyordu. Diyebilirim ki, şiirime bir dekor hazırlanıyordu sanki… Pasaja sık sık gidenler iyi bilirler, sakalları uzamış, saçları dökük ve yağlı, askılı pantolonunu karnının üstüne kadar çekmiş, omuzunda birkaç kemerle dolaşan ve kimselerle konuşmayan bir adam vardı… Dikkatle izlemeye başladım. Kendi kendiyle konuşur gibi dudaklarını hafiften kıpırdatıyordu. Bir kadeh içki verdiler, içti. Birdenbire Ruhi Bey’i, daha yazılmamış olan Ruhi Bey’i bulduğumu anladım. Çocukluğumdan, gençliğimden ve ‘şimdi’lerden sıyrılarak onun dünyasıyla özdeşleştim. Eve döndüm, ilk notlarımı aldım, Kitap o günkü rastlantıdan sonra hızla gelişti.”

        “Cenaze kaldırıcısı Adem” bölümünü de, işi cenaze kaldırmak olan üç kişiyle uzun uzun bir gazeteci gibi mülakat yaparak yazar.

        *

        1958’de “Pazar Postası”nda yazdığı bir yazıda şiirini çözümleyen büyük şair Sezai Karakoç’a göre materyalist Cansever’in “insan kuramı ‘çokcu’luktur. Çoğa övgü diye de özetlenebilir bu şiir. “Maddeci bir şairdir Cansever” der ve şu önemli saptamayı yapar:

        “Onu belki toplumcu (sosyalist) sanacaksınız. Ben de uzun bir süre bu şiirleri toplumcu saydım. Ama değil. Toplumcuların da insanla uğraştığını, insanı belli bir nitelikle donatma ilkelerini unutmayalım. Cansever, toplumcu olmaktan çok ‘çokcu’dur. İnsanları ülküsüne, bir kışla sembolü (Borazan) ile çağırır. Kilit ki bir eşyadır. İnanç gönülden gönüle bağışlanan bir ışık değil, elden ele verilen bir karanfildir. Ve karanfilin en baskın niteliği yerçekimliliktir. Güzel bir ayak, şaire güzel atomları düşündürüyor. Ayak, hayalde yerini somut bir uyuma bırakmaz. Asıl var olan atomdur, insan ve ayak sonuç:

        ‘Atomlar bile güzel”

        Eşyanın materyal yanıyla ilgilidir Cansever Karakoç’a göre, hiçbir şekilde mistik değildir. Tanrıdan hiç bahsetmez, hatta “inkar için” bile şiirinde bahsetmez Cansever. Tekil yoktur onun şiirinde, tekilden şiddetle kaçar. Hatta Ruhi Bey bile tekil değildir. Ruhi Bey için kurduğu aile de Murat Belge’ye göre kitabın çıktığı yıllarda Rasih Güran’ın çevirdiği Faulkner’in “Ses ve Öfke”sinden fazlasıyla etkiler taşır.

        Konağı yaktıktan sonra işinin bittiğini sanan Ruhi Bey artık ölüme hazırdır. Cansever’in bütün şiirlerinin belirgin teması olan kaçınlılmaz ölüme…

        *

        AKM’ye gelince… AKM’nin kapısı da Batı’ya bakar. Sırtı kıbleye dönüktür. Karşıdan gördüğü cami bile yeni inşa edilmiş. Pozitivisttir AKM, maddecidir. İnşa edildiği günden beri hep dışarıdan gelen operanın, balenin, tiyatronun, dansın ve her türlü gösterinin mekânıdır. Bir diğer işlevi de önü bir buluşma yeriydi yakın zamana kadar. Hâlâ öyle mi bilmiyorum ama cep telefonları hayatımıza girmeden evvel herkes burada birbirine randevu verirdi.

        Ruhi Bey burada kaç tiyatro oyunu, kaç bale, kaç opera gördü, İstanbul Filarmoni Orkestarsı’nın kaç klasik müzik konserine gitti bilmiyorum ama bildiğim bir şey var; bu binada hep Ruhi Bey gibilerin ruhu dolaştı durdu inşa edildiği günden beri.

        Nabi Bey’e müteşekkirim; bundan sonra önünden her geçtiğimde, şairin şiirinin adını değiştirerek, “Sen AKM Nasılsın” diyeceğim hafifçe gülümseyerek.