Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya "Guernica" nereden çıktı?
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        İspanya 1930’da yıkılan krallıktan sonra cumhuriyete geçti. Yeni hükümeti cumhuriyetçiler, sosyalistler ve anarşistler destekliyordu. Gidişattan rahatsız olan kilise ve büyük toprak sahipleri o sırada Fas’ta bulunan General Franco’yu yardıma çağırdılar. Bunun üzerine hükümeti destekleyen gruplar da aralarındaki fikir ayrılıklarını bir kenara bırakarak Halk Cephesi adında bir cephe kurdular. General Franco liderliğinde meşru hükümete karşı başlayan bu kralcı faşist ayaklanma, yirminci asırda dünyanın gidişatını değiştiren ve insanlığı ikinci cihan harbine sürükleyen korkunç bir iç savaşın başlamasına yol açtı. Hızla faşizme doğru giden Almanya ile faşist İtalya Franco’ya destek verdiler. İspanya’da sosyalist ve anarşistlerin kazanmasını, Avrupa kıtasına “komünizmin gelmesi” olarak gören Fransa ve İngiltere “tarafsız” kaldılar, Stalin Rusya’sı ise bambaşka hesaplar peşindeydi, direnişçiler yalnız kaldı.

        Bu yüzden faşizme karşı savaşanlar; her ülkeden giden “romantik devrimcilerden” ve dünyanın her yerinde vicdanın sesini temsil eden büyük yazar ve sanatçılardan başka bir destek görmediler. Dönemin birçok şair, yazar ve düşünürü, kimisi savaş muhabiri, kimisi gönüllü savaşçı olarak İspanya’ya gitti. Hem Cumhuriyet Ordusu’nun neferi hem de onların dünyaya ulaşan sesi olmaya çalıştılar.

        İngiliz şair W.H. Auden iç savaşta ambulans şoförü olarak çalıştı; “1984” ve “Hayvan Çiftliği”nin yazarı George Orwell elde silah milis olarak çarpışarak yaşadıklarını “Katalonya’ya Selam” adını verdiği günlüğünde anlattı; Amerikalı romancı Ernest Hemingway savaş muhabiri olarak gitti oraya, gördüklerini “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” romanına dönüştürdü daha sonra; Fransız romancı André Malraux cephede pilot olarak görev yaptı, Türkçeye Attila İlhan’ın çevirdiği romanı “Umut” bu dönemi anlatır; “Küçük Prens”in yazarı Antoine de Saint-Exupéry savaş muhabiri olarak gitti cepheye, “Kanayan İsyan” kitabını yazdı; Arthur Koestler, Halk Cephesi saflarında bir militan olarak çarpıştı, yakalandı, ölüme mahkum edildi, kurtulduktan sonra “İspanya’da Ölüm Güncesi”ni yazdı; meşhur Sovyet yazar İlya Ehrenburg, “İzvestiya” gazetesi adına savaş muhabiri olarak İspanya’ya gitti; bizde “Ölen Bir Kültür Üzerine Düşünceler” kitabıyla bilinen İngiliz Marksist yazar Cristopher Caudwel, direniş cephesinde savaştı ve bir çarpışma sırasında öldürüldü; büyük şair Pablo Neruda o sırada Şili Konsolosluğunda görevli olarak bulunuyordu İspanya’da, birbirinden muhteşem şiirler yazdı; meşhur Yunan yazarı Nikos Kazancakis iç savaşta oradaydı, “İspanya. Yaşasın Ölüm” romanını yazdı; savaş bütün şiddetiyle sürerken 1937’de, bizden Nazım Hikmet;

        “Karanlıkta kar yağıyor,

        sen Madrid kapısındasın.

        Karşında en güzel şeylerimizi

        ümidi, hasreti,

        hürriyeti

        ve çocukları öldüren bir ordu,”

        diyen uzun “Karanlıkta Kar Yağıyor” şiirini yazdı.

        *

        İşte bütün bu hengâme içinde, onu tanıyan kim varsa hepsinin gözü İspanya’nın Malaga şehrinde doğmuş, orada okumuş, babasından çok annesi, evdeki teyzeler ve hala tarafından büyütülmüş, annesinin soyadını seçmiş, daha sonra Paris’e gidip yerleşmiş, burada resim sanatının yönünü değiştirmiş, hem geleneği hem de devrimciliği elden bırakmamış, kübizm akımının temelini atmış, böylece nesnelere bakış açımızı değiştirmiş, sanatsal algımızı altüst etmiş, perspektif, simetri ve renk kompozisyonunu darmadağın etmiş, Avrupa resminin, yüzyıllar boyunca ölçü alarak oluşturduğu tüm estetik sistemi yıkmış, yirminci asrın benzersiz sanatçısı, o sırada en meşhur İspanyol olarak bilinen Pablo Picasso’daydı.

        Dünya İspanya için karalar bağlamış ya yas tutuyor ya da savaşıyordu, onun sesi ise çıkmıyordu.

        Siyasetle çok içli dışlı, güncel siyasal meselelerde taraf tutmayı seven bir sanatçı değildi Picasso. Paris’in dışında bir evde yaşıyor, her sabah kalktığında ya Flamenko ya da benzer bir müzik açıyor, müziğin ritmine uygun olarak salonun içinde bir süre dans ediyor, bu dansı çalışmanın alıştırması olarak her sabah tekrarlayıp tuvalin başına geçiyor, bunun dışında kalan zamanlarını kıymetli dostlarıyla geçiriyor, benzersiz aşklar yaşayıp gününü gün ediyordu. Her ne kadar “manevi değerlerle yaşayıp çalışan bir sanatçı, insanlığın ve medeniyetin değerleri tehlikeye düşerse bunlara kayıtsız kalmamalı” diyorsa da tablolarında “bilinçli olarak propaganda” yapmıyordu. Onu ilgilendiren “resimlerindeki şeylerdir, onların ne anlama geldikleri değil,” herkes onun resimlerinde istediği anlamı çıkarmakta özgürdü.

        1936 yılının 18 Ağustos günü, Picasso’nun hayatında çok önemli bir gündür. İşte o gün, o uyuşuk ruh halinde sıyrılıp bir şeyler yapmaya karar verdi.

        *

        Yazdığı “Atlının Türküsü” (Çeviren Melih Cevdet-Sabahattin Eyuboğlu, besteleyen Zülfü Livaneli, bir de İsmet Özel çevirisi var) şiirinde, “uzakta, tek başına” duran “Kurtuba”ya bakan; ay ışığından aşırılmış gümüşü bir parlaklığın yakılan ateşlerle bambaşka bir ruh verdiği sokaklarında Flamenko şarkılarıyla tütsülenmiş Granada’nın, Elhamra Sarayı’na bakan bir mahallesinde dünyaya gelmiş, ruhu yazdığı şiirler kadar ince, yaptığı müzik şiirleri kadar kederli, derlediği halk şarkılarından yeni şarkılar yapan, piyano çalan, biraz Avrupalı, biraz İspanyol, biraz çingene, çok kültürlü bir Endülüs muhitinde büyümüş, şiirlerine “portakal çiçeği taşı ey Endülüs,/zeytin taşı,/denizlerine” dediği uçsuz bucaksız Granada Ovası’nı kaplayan bahçelerinde yetişen narenciye kokusu sinmiş, aşkın, acının, kederin ve ölümün şiirini yazmış, memleketi İspanya faşizmin nalçalı topukları altında ezilmeye başladığı anda da tüfeğin kabzasına sarılıp;

        Ay kocaman at kara

        Torbamda zeytin kara

        Bilirim de yolları

        Varamam Kurtuba'ya

        Ovadan geçtim yel geçtim

        Ay kırmızı at kara

        Ölüm gözler yolumu

        Kurtuba surlarında

        Yola baktım ama yol uzun

        Canım atım yaman atım

        Etme eyleme ölüm

        Varmadan Kurtuba'ya

        Kurtuba

        Uzakta tek başına

        diyen Federico Garcia Lorca; bir akşam üstü saat beşte “Kara Müfrezeler” tarafından evinden alınmış, şehir dışına çıkartılmış, uzun bir yolculuk sonucu sabaha saatlerinde Viznar-Alfacar yolu üzerinde 29 arkadaşıyla birlikte kurşuna dizilmişti. Kırılgan şair henüz 38 yaşındaydı ve birçok şair, yazar ve ressamın olduğu gibi Pablo Picasso’nun da en yakın arkadaşlarından birisiydi.

        Şairin öldürüldüğü o güne kadar, faşistler memleketinin altını üstüne getirdikleri, kafileler halinde insanları kurşun dizdikleri, bütün akrabaları direniş hattının ön saflarında çarpıştıkları, gelen kara haberler onu derinden sarstığı halde Picasso net bir tavır ortaya koymamıştı.

        Oysa o bir İspanyol’du, dünyanın en büyük sanatçılarından birisiydi, bütün dünya ondan bir şeyler bekliyordu. Hatta bu yüzden onu kıyasıya eleştirenler bile vardı. O da tamamen kayıtsız değildi memleketindeki iç savaşa; birkaç tablosunu satmış, o tablolardan elde ettiği önemli bir meblağı direnişçilere göndermişti ama bu yeterli değildi. Ondan daha büyük bir şeyler yapmasını bekleyenler her geçen gün çoğalıyordu. Barcelona’da yaşayan en yakın arkadaşlarından İspanyol yazar, denemeci, gazeteci, filozof ve sanat eleştirmeni Eugenio d’Ors Rovira 1936 yazında oturdu ona uzun bir açık mektup yazdı. Mektubunda, savaş sonrasında “edebiyatın yerini almış olan resmin toplumun üzerindeki mucizevi etkisinden” bahsederek Picasso’ya, “Her nereliysen, bir İtalyan veya Malagalı veya Katalan, sen her yönden bir Akdenizlisin, Ulysses’in akrabasısın,” dedi ve mektubunu şu sözlerle bitirdi:

        “Ciddiyetle sana söylüyorum: ‘Pablo Picasso, bir şaheser yarat! İnan bana zamanı geldi. Çok yakında ikimiz için de üzüntüyle itiraf etmeliyim ki bizim herhangi bir şaheserimiz vicdanımızın muhasebe defterinde bitmemiş bir kayıt olarak kalır.”

        Lorca’nın kurşuna dizilmesinin üzerine gelen bu mektup üzerine, her şey için çok daha fazla geç kalmadan bir şeyler yapmaya karar verdi Picasso. Ancak bu dönemiyle ilgili yazanların tümünün belirttiği gibi, yapacağı şey kafasında tam netleşmemişti. Daha sonra birkaç portresini yapacak, tanıştığı gün ondan eldivenlerini kendisine hediye etmesini istediği, aldığı eldivenleri de kıymetli eşyalarını koyduğu kilitli dolapta sergilediği sevgilisi fotoğraf sanatçısı Dora Maar, o sırada ona Grand Augustin sokağında bir atölye buldu. Tesadüfe bakın ki, aynı mekânda daha önce büyük romancı Balzac oturmuş ve yaşlı, ilginç bir ressamı anlattığı “Bilinmeyen Şaheser” romanını burada yazmıştı. Picasso da romanı çok sevdiği için yapılan bir baskısını resimlemişti. Şimdi o mekanda oturacak ve kendisinden beklenen o şaheseri muhtemelen burada yaratacaktı. Ama o şahesere dair henüz kafasında hiçbir şey yok, sadece benzersiz bir eser yaratma fikri vardı sadece.

        O mekana girip şaheserinin ilk eskizlerini çizmeden önce onu tanıyanların anlatımına göre hayatı tam bir kaos içindeydi. Çok değil bir sene önce bütün arkadaşlarına artık resim yapmayı bıraktığını söylemiş, kendini şiire vermişti. Yazdığı bir yığın sürrealist şiire şiir demek için bin şahit gerekti. Yazdığı bir şiirin adı “Franco’nun rüyası ve yalanı”ydı. İlk bakışta birbiriyle ilişkisi olmayan peş peşe sıralanmış bir yığın kelimeden oluşan şiirin bir bölümü şöyle:

        “Çocuk feryatları, kadın feryatları, kuş feryatları, çiçek feryatları, taşların ve kirişlerin feryadı, tuğlaların feryadı, mobilyaların, yatakların, sandalyelerin, perdelerin, tavaların, kedilerin ve kağıtların feryatları, birbirini tırmalayan kokuların feryatları, dumanın feryatları, tencerede pişenlerin boğazı yakan feryatları ve kemiği kemirirken, dişlerini kıran denizi istila eden kuş yağmurlarının feryatları…”

        8 Ocak günü, Franco yanlısı fasitler, onun doğduğu şehir olan Malaga’ya girdi.

        Kara haberler arka arkaya gelmeye başladıkça, içinde büyüyen şahesere ait şeyler her yanını rahatsız etmeye, yukarıda şiir olarak yazdığı kelimeler beyninde ufak ufak görüntülere dönüşmeye başladı. Tam o sırada Katalan mimar Josep Sert, yanına kıramayacağı arkadaşı şair Aragon’u da alarak onu ziyaret etti. Ondan, İspanya Cumhuriyeti adına, 1937 Uluslararası Teknoloji Fuarı’nda İspanya’yı temsil edecek bir duvar resmi yapmasını rica etti.

        O zamana kadar sipariş hiçbir iş yapmamıştı. Önce tereddüt etti, fazlaca politikaya bulaşmaya niyetli değildi hâlâ ama ülkesi de zor bir tarihi eşikten geçiyordu. İnsanlar ısrarla ondan bir şeyler bekliyordu.

        Gelen misafirlerini mutlu yolcu etti. Picasso kanayan ülkesini temsil edecek bir resim yapmayı kabul etmişti!

        Girişti işe, birkaç küçük deneme yaptı ama hiçbiri yapmak istediği resim değildi, bir türlü yapmak istediğini yapamıyordu.

        *

        1937 yılının 26 Nisan’ı… Arkadaşı şair Aragon’un yönetiminde akşam saatlerinde çıkan “Ce Soir” gazetesini her zamanki alışkanlıkla aldı. Gazetenin birinci sayfası, korkunç bir vahşetin resimleriyle doluydu. İspanya’nın kuzeyinde, Basklıların en eski yerleşim yerlerinden biri olan Guernica kasabasının üzerine o gün Alman Hava Kuvvetleri’ne ait uçaklar bomba yağdırmış, bombardıman 2 saat 15 dakika sürmüş, o gün hayvan mezadı olduğu için civar köy ve kasabalardan pazar yerine gelenler çokmuş; kalabalığın üzerine yağan bombalar çoluk, çocuk, kadın ihtiyar yüzlerce masum insan paramparça etmişti.

        Gazete elinde, fotoğraflara bakarken, çok uzun bir süreden beri aradığı konu zihninde berraklaşmaya başladı. Evet, öldürülen masumların tablosunu yapacak, adına da “Guernica” diyecekti!

        Guernica bombardımanı, bütün dünyada yankılanırken, olayın üzerinden bir hafta geçmeden Picasso resmi yapmaya başladı. Kendi ifadesiyle “İspanya’yı acı ve ölüm okyanuslarında batıran askeri rejime olan nefretini ifade eden” ilk eskizi 1 Mayıs günü çizdi, 11 Mayıs günü çizdiklerini tuvale geçirdi, sevgilisi Dora Maar, resmin her aşamasını, en ince ayrıntısına kadar fotoğrafladı. 4 Haziran günü 3,5 metre boyunda, 7 metre eninde devasa tabloyu Paris Dünya Fuarı’ndaki İspanyol Pavyonuna teslim etti.

        John Berger’in yazdığına göre ilk izlenimler pek olumlu olmadı, farklı tartışmalara yol açtı. Pek çok solcu, resmi fazla soyut, vurucu olmamakla suçlayarak Picasso’yu eleştirdi. Sağcılar ise, hemen savunmaya çekilerek resme saldırmaya başladı. Ama resim çok kısa sürede efsaneleşti ve aradan 86 yıl geçtiği halde hâlâ efsanedir ve galiba dünya var oldukça efsane olmaya devam edecek. John Berger şunları söyledi:

        “Yirminci yüzyılın en ünlü resmidir Guernica. Özelde faşizmin, genelde modern savaşın acımasızlığına karşı sürekli bir protesto olarak görülür. Bu, ne ölçüde doğrudur? Ne kadarı resmin kendisi için doğrudur; ne kadarı resmin yapılmasından sonra olup bitenler sonucunda ortaya çıkmıştır? Kuşkusuz resmin anlam ve önemi daha sonra olanlarla artmıştır (hatta belki de değişmiştir). Picasso bu resmi özgül bir olaya tepki olarak acele, çabucak yapmıştır. Bu olay bazılarını kimsenin önceden göremeyeceği başka olaylara yol açmıştır.”

        *

        “Guernica” yirminci yüzyıldan beri dünyanın her yerinde yaşanan, insanların birbirini acımasızca katlettiği, bazen kural tanımayan, çoğu zaman insan kıyım ve doğa tahribatından başka sonuç yaratmayan savaşları anlatan bir resim değildir. Sadece yerde elinde bıçakla yatan bir adam var, belki o bir parça savaşla ilintili bir imgedir ama bunun dışında savaşın kendisini gösteren hiçbir şey yoktur resimde. John Berger’in dediği gibi, tabloda hiçbir şey aklımıza savaşı getirmez. Şehirler yoktur, uçaklar yoktur, patlama yok, hadisenin olduğu yer ve zamanla ilgili hiçbir gönderme yoktur. Suçlanacak gaddar düşman dahi yoktur. Kahramanlık yoktur. Yine de resim savaşa karşı bir protestodur. Resimde zaman yok, mekân yok, an yok, vakit gece mi gündüz mü belli değil. Dışarısı mı içerisi mi, yukarıda duran lambaya rağmen belirsizdir resimde. Ama bizi insanoğlunun tekmil macerasının tam ortasına götürüp bırakır. Sanki zamanı yırtan bir şey vardır tabloda, baktıkça zaman genişler, elinden tutup ilkel çağlarda belirsiz bir geleceğe kadar götürür insanı. Yine Berger’in dediği gibi Picasso bu resimde “acıyı ve korkuyu tarihten soyutlayıp protesto içindeki doğaya iade eder. Geçmişteki büyük kıyım resimlerinin hepsi -Tanrı olsun, insan olsun- daha yüce bir yargıca çağrıda bulunmuşlardır. Picasso’ysa bizim sağ kalma içgüdümüzden daha yüce bir şeye çağrıda bulunmaz.”

        “Guernica”; insanlığa hiç de adaletli davranmayan, iki büyük ve arkasından gelen bitmez tükenmez irili ufaklı savaşlarda yüz milyonlarca insanın öldüğü yirminci asırda; mazlumlar, masumlar nefes almakta güçlük çektikçe değeri artan bir sanat eseri olarak vardır bugün hayatımızda. Peki bu neden böyledir? Bu sorunun cevabı için o kadar çok kitap yazılmış ki, işin sırrına tam anlamıyla henüz vakıf olan yoktur derler.

        Picasso, kendi memleketinde olan bir iç harbe dair bir şeyler söylemek için özel bir hadiseden, bir korkunç bombardıman hadisesinden yola çıktı; onunki kişisel bir eylemdi, resim yapmayı biliyordu ve yaptı ama bu kişisel eylemi zaman geçtikçe bütün dünyayı saran bir protesto biçimine büründü. Bugün dünyanın neresinde bir katliam yaşanırsa, mesela dün Gurnica’nın başına gelenin bir benzeri yakında Halepçe’nin bugün ise Gazze’nin başına gelmesi gibi, hepimizin aklı bir anda “Guernica” tablosuna gidiyor. Bu da sanatın gücüdür işte.

        İspanya iç savaşı bittikten yıllar sonra Picasso şunları söyledi:

        “Sizin gözünüzde bir sanatçı nedir? Eğer ressam ise, yalnızca gözleri olan ya da müzisyen ise yalnızca kulakları olan bir budala mı? Tam aksine, sanatçı aynı zamanda, sürekli hareketli, yakıcı, ya da mutlu olayları her biçimde yanıtlamaya ve algılamaya hazır siyasal bir varlıktır. Hayır, ressamlık hiçbir zaman evleri süslemek için var olmamıştır. O, düşmana karşı bir savunma ve saldırı silahıdır.”

        *

        Anekdot, büyük bir ihtimalle bir şehir efsanesidir ama her daim anlatılır ve şahanedir. Paris’teki sergide bir Nazi subayı Picasso’ya yaklaşarak;

        “Bunu siz mi yaptınız?” diye sorar.

        Picasso da:

        “Hayır, siz yaptınız!” cevabını verir.

        (Bu yazıyı yazarken, Canan Elçioğlu'nun Picasso'nun Guernica tablosuna; Vatikan'da bulunan ve 16. yüzyılda yapılmış Rafael Okulu'nun "Masumların Öldürülmesi" adlı duvar halısının kaynaklık ettiği tezini savunan "Picasso'nun Guernika Resminin Kaynakları" adlı Sanatta Yeterlilik Tezi ile John Berger'in "Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı" -Metis Yayınları- kitabından yararlandım.)