Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Cep telefonu bundan tam 25 yıl önce bugünlerde Türkiye’ye geldi.

        Geçenlerde Hıncal Uluç yazdı. Uluç yazısında, “Turgut Özalsayesinde cep telefonuyla ilk tanışan, hatta ilk yaygın kullanmaya başlayan ülke biz olduk” diyor; cep telefonun kendi hayatındaki yerini, ilk kullanmaya başlamasını, her yazısında yaptığı gibi tatlı tatlı anlatıyordu.

        Ne yazık ki Turgut Özal başlattığı girişimin sonucunu görmeden 17 Nisan 1993’te vefat etti. Cep telefonuyla ilk görüşme de, 23 Şubat 1994’te, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Başbakanı Tansu Çiller arasında gerçekleşti.

        Hıncal Uluç’un yazısını okuyunca, Türkiye’ye ilk cep telefonunu getiren adamla tanıştığımı hatırladım ben de.

        *

        1993 yılının son günleriydi. Soğuk bir hava vardı İstanbul’da, hani kaldırım taşlarına bastığında altındaki pis suların paçalarını berbat ettiği zamanlar vardı ya, o zamanlardı işte, pis bir yağmur yağıyordu. İsveç’te on beş yıldan beri sürgünde olan yazar arkadaşım Mehmed Uzun memlekete döneli bir sene olmuştu.

        Bir arkadaşı gelmiş, Çırağan Otel’de kalıyordu, birlikte onu ziyarete gidiyorduk.

        Buluşmaya gittiğimiz adamın adını unutmuşum, hafızası her dem taze olan Ümit Fırat abim hatırlattı, Uzun’un arkadaşının adı Hasan Buluş’tu. İsviçre’den geliyordu. Bir mühendisti. Türkiye’de cep telefonu ile ilgili son kontrolü yapmak için çalıştığı Ericsson firması tarafından görevlendirilmişti.

        “Cep telefonu ne demek?” diye sorduğumu hatırlıyorum Mehmed’e. Mehmed İsveç’te görmüştü, uzun uzun anlattı bana. Küçük bir telefondu, cepte taşınabiliyordu, telsiz gibiydi, istediğin yerde istediğin kişiyi arayabiliyor, isteyen kişi seni arayabiliyordu.

        “Peki arkadaşının bu işle alakası ne?” diye sordum.

        Anlatmaya başladı.

        *

        Hasan Buluş, 1963 yılında Musa Anter, Medet Serhat, Yaşar Kaya, Edip Karahan gibi Kürt münevverleri tarafından çıkartılan “Deng (Ses) Dergisi”nin ekibi içinde yer almış bir gençti o tarihlerde.

        Dergi çıkmış, ardından toplatılmış, bu kez başka bir isimle çıkmış, o da yasaklanmış, sonra dergiyi çıkaranlar hakkında dava açılmış, dava “23’ler Davası” diye bir hayli gürültü koparmış; Hasan Buluş da, devam dergilerinden birisinin sorumlu yazı işleri müdürü olması hasebiyle bir süre tutuklu kalmış, çıktıktan sonra yurt dışına kaçmış, oralarda okumuş, mühendis olmuş, Ericsson firmasına girmiş, şimdi de Türkiye’ye cep telefonunun son hazırlıklarını kontrol etmek üzere görevli gelmişti. Ama artık Türkiye vatandaşı değildi. Yine de pasaportunda doğum yeri “Silopi” yazıyordu.

        Otelde Hasan Buluş bizi bekliyordu. Hoş beşten sonra elindeki cep telefonunun sehpaya koydu. İlk defa cep telefonunu o gün, o otelde, o sehpanın üzerinde gördüm.

        Kocaman cep telefonuna “Tanrılar Çıldırmış Olmalı” filminde uçaktan atılan bir kola şişesinin düştüğü yerde onu bulan Afrika yerlilerinin bakması gibi baktığımı hatırlıyorum şimdi.

        Ağzım bir karış açık!

        Ertesi gün Mehmed Uzun, arkadaşının dün gece gözaltına alındığını söyledi. 90’lı yıllar, ortalık fena... Her yerde polis kontrolü var. Bakırköy civarında bir yerde, bindiği taksiyi durduruyor polis. Hasan Buluş da pasaportunu gösteriyor. Ecnebi bir pasaportta, bir Müslüman ismi ve doğum yeri Silopi... “Türk müsün?” diye soruyor polis, “Hayır Kürt’tüm” diyor Hasan. Polis ilk defa bu cevapla karşılaşıyor, “Ama doğum yerin Silopi ve adın Hasan” diyor; o da, “Evet ama Kürt’tüm” diye ısrar ediyor. Polis, “Bu memlekette herkes Türk’tür” diyor, Hasan Bey de Ericsson firmasının mühendisi, Türk hükümetinin özel izniyle burada bulunmanın verdiği güvenle, “Olabilir, ama ben Kürt’tüm” diyor. Polis inatçı adamı, bindiği taksiyle karakola çekiyor. Gece yarısı karakolda komisere de aynı şeyleri söylüyor mühendis Hasan... Üstünü arıyorlar, cebinden bir de telsiz benzeri bir şey çıkıyor. Komiser ve orada bulunan polisler de cep telefonunu ilk defa görüyorlar, muhtemelen benim baktığım gibi bakıyorlar ona onlar da.

        Bu herif olsa olsa casustur!

        Komiser, “Atın bu herifi nezarete, sabah anlarız kim olduğunu” diyor.

        Atıyorlar nezarete.

        Yanındaki ekip otele gelmediğini görünce polise haber veriyor.

        Türkiye’ye mühim bir iş yapmak üzere gelmiş olan Ericsson firmasının mühendisi kayıp!

        Anında bir panik havası... Hemen bizim dışişlerine, içişlerine haber veriliyor, devlet her yerde bu mühim mühendisi arıyor, en sonunda Bakırköy karakolunun nezarethanesinde buluyorlar.

        Bin bir özürle hemen serbest bırakıyorlar!

        *

        İlk defa 25 sene önce; siyasi sebeplerden yurt dışına kaçıp orada mühendis olan, sonrada memlekete ilk cep telefonuyla dönen Silopili Hasan Buluş’ta gördüğüm o tuğla büyüklüğündeki cep telefonu zamanla küçüldü, küçüldü, en sonunda boyutu kıç cebimize, her türlü faturası da bir yerimize kolay kolay sığmayacak kadar bir boyuta gelerek bugün hepimizde bulunan sondan bir önceki model halini aldı.

        Ve zaten sorunlu olan aramızdaki ilişkiyi de hepten bitirdi.

        Bugün gençlerin büyük bir kısmı, yan yana oturdukları halde, birbirleriyle konuşmuyor, o cep telefonu üzerinden mesajlaşarak, çoğunlukla da sadece sessiz harfler kullanarak anlaşıyorlar.

        “Hasan Buluş, ne yaptın sen!” diyeceğim ama kabahat Hasan Bey’de değil biliyorum!

        *

        Çünkü her şey çok “hızlı” artık. Her an gözden çıkarılabileceğimiz duygusu veren gergin kültürümüzün avuntusu daima ve hızla hareket etmek. “Yavaşlık” avunmaya yetmiyor. Milan Kundera “Yavaşlık” adında bir de romanını yazdı:

        Büyük usta, “Yavaşlık ile hatırlama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şeyi hatırlamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan, elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır” dedi.

        *

        Amerikalılar ilk telefonu icat ettiğinde, biz artık “gavura gavur demeyi” yasaklayan bir “Kanun-i Esasi’miz olsa ne iyi olur” deyip, telefonun geçirdiği evrimle koşut bir biçimde Batılılaşma macerasına atılmıştık. Bir türlü aletle doğru düzgün bir ilişki kurmayı beceremeyen bir sakarlıkla, çizginin dışına çıkmaya çalışan çocuklarımızı bile “başımıza icat çıkarma” diye azarlayarak, gerekirse kulaklarını çekerek evlerimizde bozulan aletleri onaracak bir usta araya araya bir yüzyılı devirdik.

        *

        Biz sıradan yurttaşlar telefona nasıl bir muamele yapacağımızı ararken, devletimiz telefonu yurttaşlarının sırlarını öğrenmek için kendi hizmetine sunulmuş bir alet olarak gördü.

        Yazarların, muhalif aydınların evlerine yakın evler kiralandı, dinlenecek kişinin evinden o eve paralel hatlar çekildi, başına on parmak daktilo yazabilen birer polis dikildi, bütün konuşmalar kayda geçirildi. Ha, bu arada o polislerin literatürdeki adı “saplamacı”ydı. (Komünist ülkelerde de aynısını yapıyorlardı.)

        (Güneş gazetesinde çalışırken, on parmak daktilo yazan bir Yusuf abimiz vardı, bir gün Çetin Altan bizim servise gelmiş, Yusuf’la karşılaşmış, hemen tanımıştı onu. Yusuf Abi, Çetin Altan’ın konuşmalarını kayda geçirmekle görevli emekli bir polisti. Çetin Altan bize dönmüş, “Bu Yusuf benim saplamacımdı, böyle hızlı daktilo yazmayı benim sayemde öğrendi” deyince hepimiz kahkahayı basmıştık.)

        Günümüz teknolojisinde ise bu dinlemeler için yepyeni teknikler geliştirildi. Yurttaşın telefonunu dinlemede kullanılacak buluşlara harcanan para hayatımızı kolaylaştıracak başka buluşlara harcansaydı belki de cep telefonunu biz icat edecektik.

        *

        Toprağı bol olsun, “Konuşmak her zaman iyi bir şey değildir” diyen Umberto Eco, azılı bir cep telefonu düşmanıydı. En azından bu telefonlar hayatımızda ilk girdiğinde böyleydi. Onun kelamıdır, der ki “Kitap tekerlek gibidir, bir kere icat edildikten sonra daha ileri gidemezsiniz”. Büyük usta kitap ve tekerleğe, “bisiklet”, “gözlük” ve “alfabe yazısını” da ekler. Bir kez bu alanda mükemmele ulaştıktan sonra ötesine gitmek imkânsızdır.

        Acaba telefonu icat eden Graham Bell; buluşunun günün birinde küçüle küçüle cebe gireceğini, şarjının bitebileceğini, telefon olmaktan çıkıp aynı zamanda televizyon, radyo, teyp, gazete, kitap, ansiklopedi, harita, atari, banka, rehber, tansiyon aleti, termometre, sözlük, turist rehberi, tercüman, radar, fotoğraf makinesi, video, sinema, takvim, saat, faks, not defteri, cetvel, haber ajansı, termometre, pusula, kronometre, sivrisinek kovucusu hatta sevgili bile olabileceğini bilseydi, “Hayır kardeşim, ben buluşu yapmaktan vazgeçtim, her şeyi benden beklemeyin” deyip bizi bu muhteşem aletten mahrum bırakır mıydı?

        Mucide, icadının günün birinde bir anlaşma aracı olmaktan çıkıp bir çatışma aracına, hatta şantaj aletine, boşanmalara sebep olacağını söyleselerdi, “Gidin kardeşim, ben bu kadar günahı kaldıramam” deyip enerjisini başka bir icada harcar mıydı?

        Bu sorular yersiz şimdi, çünkü ister istemez bu alet bütün hayatımızı kuşatmış durumda. Artık cep telefonları sayesinde hiç kimse ulaşılmaz değil.

        Hiçbir sır, sır değil.

        *

        Telefonla imtihanımız hep netameli bir şekilde sürdü. Hayatımıza İkinci Meşrutiyet’le girdi, önce zengin evlerinde konakladı, sonra eşrafın evine taşındı, daha sonra yaygınlaştı. Her eve girmeden, küçülüp ceplerimize girdi. Sesi bütün evlere hep bir iyi, bir kötü haber taşıdı. Beklediğimiz bir kişiden gelen aramayla bazen hepimizi dünyanın en mutlu insanı, beklemediğimiz birisinden gelen aramayla da bazen hepimizi dünyanın en mutsuzu yaptı. Ama onun sesi, hep heyecanlandırdı. Hatta Orhan Pamuk’a “Aşk, telefon çalacak diye beklemektir” sözünü bile söyletti.

        Şimdilerde, Allah korusun evde unutsak bütün hayat duracakmış gibi geliyor bize. Şarjımız her an bitebilir, hayat damarlarımız kesilebilir!

        Hepimizin aklına, bu alet cebimize girmemişken nasıl hayatımızı sürdürüyorduk, sorusu geldiği halde ondan vazgeçemiyoruz.

        Şimdi hepimizi kalabalıkların içinde koyu bir yalnızlığa itmiş durumda. Bir çift, iki arkadaş yemeğe gitse, mutlaka birinin eli telefona uzanır ve alet bir kara delik gibi içine çeker onu. Artık insani ilişkileri de telefonların aklına terk etmiş durumdayız. Hayatımızın kalanı, kurduğumuz bu ilişkinin ayrıntısı gibi duruyor ne yazık ki.

        Umberto Eco, “Tavuklar, yolun karşısına geçmemeyi bir asırda öğrendi” diyor.

        Bizim telefonla imtihanımız ise bir asırdan beri sürüyor.

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar