Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Muhsin Kızılkaya Adına para bastırılan Calvino!

        “Bilmediğim şeyleri öğrenmek için yazıyorum,” diyen “büyülü gerçekçi” edebiyat akımının önemli yazarlarından İtalo Calvino, bu sene 100 yaşına girdi. Sağda solda, bizim matbuatta, bazı kitap eklerinde, edebiyat sitelerinde yazarın 100’üncü yılıyla ilgili haberler gözüme çarptı ama beni asıl bu yazıyı yazmaya götüren şey, bir İsveç gazetesinde gördüğüm bir haber oldu.

        İtalyan Maliye Bakanlığı, Italo Calvino’nun 100. Doğum Günü vesilesiyle bir hatıra gümüş para bastırmış. 5 Avro değerindeki paranın bir yüzünde Calvino’nun bir portresi yer alıyor. Portreyi “İtalya Cumhuriyeti-Italo Calvino” yazıları sarıyor, yuvarlağın içinde, portrenin kenarında da “1923-2023” tarihleri göze çarpıyor. Paranın arka yüzünde ise Calvino’nun “Ağaca Tüneyen Baron” kitabından bir enstantane yer alıyor, sağda ise paranın değeri olan 5 Avro yazısı var.

        (Gazze’deki İsrail vahşeti haberleri arasında bu haber gözüme çarpınca, ister istemez aklım Yaşar Kemal’e gitti. Yaşar Kemal, Calvino’dan birkaç gün büyüktü, Calvino 15 Ekim, Yaşar Kemal ise 6 Ekim 1923’te dünyaya gelmişti. Cumhuriyetten birkaç gün yaşlıydı Yaşar Kemal. Van’dan Çukurova’ya göç etmiş bir Kürt ailenin çocuğuydu ama öğrendiği Türkçeyle, o dilin en büyük yazarı mertebesine ulaşmış, onun “ses bayrağını” göndere çekmiş, herkesin 300 kelimeyle hayatını idame ettirdiği bir memlekete 6000 Türkçe kelimeyle romanlar yazmış, o romanlar dünyanın belli başlı dillerine çevrilmiş büyük bir yazardı. Bu sene onun da 100’üncü doğum yılıdır… Hani keşke İtalyan hükümetinin yaptığını bizim hükümet de yapsaydı. Hazine ve Maliye Bakanlığı Yaşar Kemal adına bir hatıra para bastırıp paranın bir yüzüne Yaşar Kemal’in bir portresini yerleştirseydi, portreyi “Türkiye Cumhuriyeti-Yaşar Kemal” yazıları sarsaydı, yuvarlağın içinde, portrenin kenarında da “1923-2023” tarihleri göze çarpsaydı; paranın arka yüzünde ise Yaşar Kemal’in memleketimizde ve dünyada en çok bilinen, en önemli eserinin kapağında yer alan Avni Arbaş’ın at sırtındaki “İnce Memed” figürünü yerleştirseydi, büyük yazara Türkçeye olan katkılarının bir teşekkürü mahiyetinde bu jesti yapsaydı… Bir hafta sonra 100 yaşına girecek olan Cumhuriyet’in 100’üncü yaşını Yaşar Kemal’in 100’üncü yaşıyla birlikte kutlasaydı ne muhteşem bir şey olurdu.)

        *

        Peki, 15 Ekim 1923’te doğmuş olan Italo Calvino kimdi? İtalyan devleti neden onu bu kadar önemseyip 100’üncü doğum yılı için gümüş sikke bastırmıştı?

        *

        Romanı şövalyelerin tasallutundan Cervantes kurtardı. “Don Kişot” 1605’te yayınlandı, o günden itibaren yel değirmenlerine karşı savaşan sahte kahramanlar, güzel kadınlara aşık olan kamburlar, cüceler, sakatlar, bütün insani vasıflarıyla her türden engelli kahraman gelip romanların sayfaları arasına kuruldu. Bileği bükülmez delikanlıların, saçları şelale prenseslerin pabucu dama atıldı, kafadan kontak, aşktan mustarip, yolunu şaşırmış, kafası karışık, aylak, tükenmiş, inançsız, avare “işe yaramazlar” kahraman diye bir bir arzı endam etmeye başladı.

        Yirminci Yüzyıl’da yapılan Bolşevik Devrimi, bu anlayışı tekrar değiştirmeye kalkıştı. Edebiyat, dolayısıyla roman “devrimin hizmetinde” bir araç haline getirildi. Yazılacak her şey devrimi yapanların kahramanlıklarını anlatmalı, her kitap toplumu dönüştürme göreviyle yazıldığını unutmamalıydı.

        İki savaş arasında bu fikir oldukça güçlendi. Rusya’da yapılmış olan komünist ihtilalin korkusu Avrupa burjuvazisini sardı; onlar da birçok ülkede komünizmin panzehiri olan faşizme yol verdi. İlk karışıklık İtalya’da baş gösterdi. Faşizm iktidara geldi. İç savaş başladı, Alman Nazileri İtalyan faşistlerinin yardımına koşup ülkenin bir bölümünü işgal etti. Bu işgal karşısında komünistler silaha sarılarak dağlara çıktı. Partizan savaşı başladı. İtalyan partizanlarının amacı, ülkelerini faşizmin işgalinden kendi güçleriyle kurtarmaktı. 26 Nisan 1945’te yaklaşık 16 bin kişilik partizan ordusu Cenova’yı ele geçirdi, 6 bin Alman askeri esir alındı. Bozgun başladı, Mussolini, 27 Nisan'da Como Gölü'ndeki Dongo köyü yakınlarında partizanlar tarafından yakalandı, ertesi gün öğleden sonra, Adolf Hitler'in intiharından iki gün önce idam edildi. Böylece İtalya, İtalyanlar tarafından faşizm belasından kurtarılmış oldu.

        *

        İtalo Calvino, direnişin ilk gününden itibaren işte o kurtarıcı partizanlardan birisiydi. Bütün iç savaş boyunca siperden sipere koşarak çarpışmıştı.

        Partizanların bu zaferi, savaşın hemen sonrasında İtalya’da muazzam değişimlere yol açtı. Özellikle sanat alanında… Sinema da “yeni gerçekçi” akım bundan sonra başladı. Roberto Rossellini, Federico Fellini, Vittorio De Sica, Luchino Visconti gibi yönetmenler önemli filmler çekti. Peş peşe partizan romanları yazıldı. Calvino da ilk romanı olan “Örümceklerin Yuvalandığı Patika”yı bu dönemde yazdı.

        1950’lerin başından itibaren kazandıkları zaferle iyice şımarmış olan komünist partizanlarla İtalyan burjuvazisi arasında çatışma başladı. Burjuvalara göre memleketin gerçek sahipleri onlardı, bu anarşistlerin sesi neden böyle gür çıkıyordu? Sinemada, edebiyatta, sanatta iktidar onların elindeydi tamam da siyasal iktidar onların değildi. Burjuvalar “direniş edebiyatından bize gına geldi” deyip komünistlerin düzen bozucu, yasadışı işlerini eleştirdikçe partizanlar komünizm propagandasına hız verdi.

        Savaşın başından sonuna kadar bir sosyalist partizan olarak faşizme karşı savaşmış olan Calvino, Stalin’in ölümünden sonra ortaya dökülen kirli çamaşırların etrafa yaydığı pis kokuların da etkisiyle “burjuvalarla-anarşist komünistler” arasındaki savaşta geriye çekildi. Her iki tarafa da eleştirel bakmaya başladı. Özellikle de arkadaşlarına… Bu devrimci romantizm de bir yere kadardı… Edebiyat bir şeyleri yüceltme değildi, bir ideolojinin hizmetinde kahramanlık destanı yazmak ise hiç değildi. Böyle bakılırsa eğer, edebiyat sorgulayan, deşen, ifşa eden bir anlatım yolu olmaktan çıkıp her şeyin üstünü örten bir şal haline gelirdi. Bu yüzden yazdığı ilk roman olan “Örümceklerin Yuvalandığı Patika”da bir çocuğun gözüyle “kahraman partizanlar” yerine “işe yaramaz bir partizan” birliğini anlattı. “Bundan sonra benden kahraman sosyalistler destanlarını beklemeyin” demeye getirdi ve “Zaten kahraman olan kişiden, zaten sınıf bilinci olan kişiden bize ne! Anlatılması gereken, oraya varış sürecidir. Bilincin berisinde tek bir birey kaldığı sürece, bizim görevimiz onunla, yalnızca onunla ilgilenmek olacaktır,” dedi.

        *

        1951 yılı hem büyük bir yazarın doğum yılı hem de aynı yazar için bir dönüşüm yılıdır. Aylardan Ağustos’tur, herkes sayfiyeye çekilmiş, İtalo Calvino ise Torino’daki kasvetli bir evde durmadan yazıyor. Yaz sıcağında yazdıkça yazan 28 yaşındaki Calvino’ya arkadaşları “deli” gözüyle bakıyorlardı. Oysa Calvino, o sırada bir aydınlanma yaşıyordu. Bundan sonraki yazarlığında yol ayrımına gelmiş, bundan böyle nasıl bir edebiyat yapacak sorusunun cevabını bulmuştu? Çağdaşlarının yeni gerçekçi, partizanları birer kahraman mertebesine ulaştıran, bir ideolojiyi yücelten, savaşı konu alan, o savaşta partizanların direnişini destanlaştıran romanlarından gına gelmişti ona.

        Savaş bitmiş, barış olmuş, yeni devletler ortaya çıkmış, dünya topyekun yeni bir savaşın, soğuk savaşın içine yuvarlanmıştı. Gözlerini komünist bir teşkilatın içinde açmış, uzun yıllar dağlarda savaşmış, tek bir gün bile olsun umudunu yitirmemiş inançlı bir komünist olan Calvino şimdi komünizm fikrine şüpheyle bakıyordu. O halde bundan sonra nasıl yazmalıydı? Madem direniş edebiyatından, kahramanlık edebiyatından bir yere varmak mümkün değildi, o halde yeni yol nasıl olmalıydı?

        İşte o yaz, bütün bu meseleler üzerine düşünürken aniden kafasında bir görüntü belirdi. Zaten bütün hikayeler böyle başlamıyor muydu? O görüntü ikiye bölünmüş bir insanın görüntüsüydü. Kimdi bu ikiye bölünmüş adam? Sakın o adam, bugün ikiye bölünmüş, iki kampa ayrılmış dünyanın temsili görüntüsü olmasındı?

        Hiç durmadan yazdı. Tam bir ay sonra, büyülü gerçekçi, fantastik romanı daktilosundan çıkardı; romanın adı “İkiye Bölünen Vikont”tu. Türklerle yapılan bir savaşta top atışıyla ikiye bölünen bir Vikontun ilginç hikayesi olan bu roman, daha sonra “Atalarımız” üst başlığını koyacağı üçlemesinin ilk romanıdır. Üçlemenin diğer iki kitabı, “Ağaca Tüneyen Baron” ile “Varolmayan Şövalye”dir.

        “İkiye Bölünen Vikont” 1952 yılında İtalya’da yayınlandı. Büyük bir ilgiyle karşılandı, kısa sürede birçok Avrupa diline çevrildi. Roman 17. yüzyılda geçiyordu. Osmanlıyla girişilen bir savaşta asilzade Medardo bir top güllesiyle ikiye bölünür; bir tarafı iyi bir tarafı kötüdür artık. Bu halde evine döner, hizmetçiler ve çiftçilerle haşır neşir olur, ama kimse onun hangi yanının iyi, hangi yanının kötü olduğunu bilmez, bir gün iyi bir gün kötüdür. Bu haliyle, ormanda ördekleriyle, keçileriyle yaşayan güzel Pamela’ya aşık olunca işler hepten karışır.

        “İkiye Bölünen Vikot”un hikayesi, hınzır bir mizahla örülmüş, ironik, hızlı tempolu, modern bir alegoridir aslında.

        *

        Bundan sonra yazdığı her şey onu Borges’e biraz daha yaklaştırdı. Borges’e göre o, olağanüstüyü olağan kılan ender yazarlardan birisiydi, çaresizliğe karşı tek savunma aleti edebiyattı onun için.

        Yaşarken çok nadir mülakat verdi. Verdiği o mülakatlardan birisinde şunları söyledi:

        “Ben de Croce gibi, hâlâ bir yazarın tek önemli yanının eserleri olduğuna inananlardanım. O nedenle hayatım hakkında bilgi vermiyorum ya yanlış bilgi veriyorum ya da her seferinde değiştirmeye gayret ediyorum. Neyi bilmek istiyorsanız sorun, söyleyeyim. Ama size asla doğrusunu söylemeyeceğim, bundan emin olabilirsiniz,”

        “Klasikleri Niçin Okumalı?” adlı kitabının önsözünde, o klasikleri yazmış o büyük yazarlara dair fikrilerini şöyle sıraladı: “Öncelikle Stendhal’i severim, çünkü yalnızca onda bireysel ahlaki gerilim, tarihsel gerilim, yaşam atılımı bir bütün oluşturur: Romanın çizgisel gerilimidir bu. Puşkin’i severim, çünkü berraklık, ironi ve ciddilik demektir. Hemingway’i severim, çünkü yalınlık, abartısızlık, mutluluk arzusu, hüzün demektir. Stevenson’u severim, çünkü sanki uçar. Çehov’u severim, çünkü gittiğinden daha öteye gitmez. Conrad’ı severim, çünkü derin sularda seyreder de batmaz. Tolstoy’u severim, çünkü kimi zaman hah, şimdi anlıyorum nasıl yaptığınıduygusuna kapılırım, oysa bir şey anladığım yoktur. Flaubert’i severim, çünkü ondan sonra artık onun gibi yapmayı düşünemez insan. Altın Böcek’in Poe’sunu severim. Huckleberry Finn’in Twain’ini severim. Cengel Kitapları’nın Kipling’ini severim. Nievo’yu severim, çünkü birçok kez yeniden okuyup ilk okumamda aldığım zevki aldım. Gogol’u severim, çünkü açıkça, kötülükle ve ölçüyle çarpıtır. Dostoyevski’yi severim, çünkü tutarlılıkla, öfkeyle ve ölçüsüzce çarpıtır. Balzac’ı severim, çünkü kâhindir. Kafka’yı severim, çünkü gerçekçidir. Maupassant’ı severim, çünkü yüzeyseldir. Mansfield’i severim, çünkü zekidir. Fitzgerald’ı severim, çünkü halinden memnun değildir. Radigut’yi severim, çünkü gençlik geri gelmez bir daha. Svevo’yu severim, çünkü yaşlanmak da gerekir. (…) 19'uncu yüzyılda, Paul Valéry’nin –denemeci Valéry'nin– kilit bir konumu vardır: Valéry, zihnin düzeniyle dünyanın karmaşıklığını karşı karşıya getirir. Bu çizgiye, içerik yoğunluğu artan sırayla olmak üzere Borges, Queneau, Nabokov ve Kawabata'yı yerleştireceğim...

        *

        İtalo Calvino, 15 Ekim 1923 yılında botanikçi bir anne babanın çocuğu olarak Havana’da doğdu. Aile İtalya’ya dönüp Sanremo’ya yerleştiğinde Calvino iki yaşındaydı. Bir makalesinde o günleri şöyle anlattı: İtalya'nın geri kalanından oldukça farklı bir kasabada büyüdüm, Sanremo’da… O zamanlar hâlâ yaşlı İngilizlerin yaşadığı bir yerdi Sanremo. Rus dükleri, ilginç ve kozmopolit insanlarla doluydu. Ailem o zamanların Sanremo’su ve İtalya’için oldukça sıra dışıydı: Bilim insanlarıydı her şeyden önce, doğaya tapıyorlardı ve özgür düşünceliydiler”. Anne baba mesleğinden dolayı çocukluğunda hep bitkilerle haşır neşir oldu. Bu yüzden tüm eserlerinde doğa boyun eğmez, pozitif bir hayat gücünün kaynağını temsil eder. Okumayı öğrenir öğrenmez Kipling’in romanlarıyla tanıştı. Egzotik dünyalara, fantastik serüvenlere olan tutkusu o sırada başladı. Birçok çocuk gibi çizgi roman dünyasına girdi, mizah dergilerini okumaya başladı, sinemaya ilgi duydu. Lisedeyken kısa hikayeler, tiyatro oyunları yazdı.

        Almanlar ülkesinin bir bölümünü işgal ettiğinde Calvino üniversitede ziraat fakültesinde okuyordu. Askere çağrıldı, gitmemek için yeraltında faaliyet gösteren komünist partizan grubu Garibaldi Tugayı’na katıldı. Annesiyle babası o sırada tutuklandı. Hem İtalyan faşistlerine hem de Almanlara karşı savaşmaya başladı.

        Savaştan sonra üniversiteye döndü, bu kez edebiyat okudu, bitirme tezini Joseph Conrad üzerine yaptı ve Komünist Parti’ye üye oldu ama parti liderinin umduğu gibi bir militan olamadı. Daha ziyade bir yazar gibi lakayt davranıyor, yeni oluşan Cumhuriyette birey hakları, sosyal adalet, eşitlik ve özgürlük konularıyla ilgileniyordu. Okul bittikten sonra Einaudi Yayınevi’nde çalışmaya başladı. Bu sırada Cesare Pavese ile tanıştı, dost oldular, memleketin önde gelen sol entelektüel gruplarıyla temas kurdu, komünistlerin çıkardığı günlük gazete “L’Unita”da yazmaya başladı.

        Yazdığı ilk romanı olan “Örümceklerin Yuva Yaptığı Patika” başarılı olunca çalıştığı yayınevinden ve gazetecilikten ayrıldı. Romana yönelmesine önayak olan Cesare Pavese’nin bu sırada intiharı onu derinden sarstı.

        Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20. Kongresi’nde Kruşçev’in Stalin’in günahlarını orta yere saçıp onu bir “cani” olarak nitelendirmesi, ardından Kızıl Ordu’nun Macaristan’ı işgal etmesi üzerine komünizme olan inancını tamamen kaybetti. Onların “aptalca iyimserliğinden” uzaklaştı, edebiyatta aradığı yolu buldu, birçok alanda hazır reçete yerine kendi fikri olan bir entelektüel tavrı takındı. Yazdığı “İkiye Bölünen Vikont” romanıyla kendine yeni bir yol açtı. Bundan sonraki yazarlık hayatında bir hikayeden çok onu anlatma yolunun peşinde koştu. Her türlü tekniği denedi, edebiyatın her alanında eserler verdi, dünya seyahatine çıktı, evlendiği Arjantinli çevirmen Esther Judith Singer’le Paris’e yerleşti, kızı orda dünyaya geldi, bu şehirde Roland Barthes ve Georges Perece gibi Fransız yazar ve filozoflarla iyi dostluklar kurdu.

        Hayatının son yıllarında, neredeyse anti-roman diyebileceğimiz eserler vermeye başladı. Kahramanı, imparatorluğundaki çeşitli hayali kentleri anlatarak yaşlı Kubilay Han’ı eğlendiren Marco Polo olan ve arzu, hafıza, hayat, ölüm gibi temaları büyük bir şiirsel incelikle işlediği, günümüzde en önemli eserlerinden birisi olarak kabul edilen “Görünmez Kentleri 1972’de yayınladı. 1979 yılında da bana göre başyapıtı olan “Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu” romanını çıkardı. Şaşırtıcı bir romandır bu roman. Hiçbiri tamamlanmamış on romanın başlangıç bölümlerinden oluşur, her bölüm ayrı bir kapı her kapı ayrı bir şaşırtmacalar bütününe açılır… Eleştirmenlerin onu post-modernler sınıfına almaları bu romanla başladı.

        1985 yazında, yakında Harvard Üniversitesi’nde vereceği bir dizi konferansın hazırlıklarını yaptı. Aynı yılın 19 Eylül’ünde bahçesinde dinlenirken beyin kanaması geçirerek hayatını kaybetti.

        *

        Yazdığı ilk romanında; “Hepimiz intikamını almak istediğimiz gizli bir yara uğruna savaşıyoruz,” dedi. Sahi, “savaş” demişken, yanı başımızda, Gazze’de insanlık lime lime doğranırken; onun savaşa ve devletlere dair yazdığı, adına da “Vicdan” dediği kısa hikayesini okumanın tam sırası:

        “Bir gün bir savaş çıktı ve Luigi adında bir genç gönüllü olarak savaşa gitmek istedi. Herkes Luigi'yi kutladı. Luigi tüfek dağıtılan yere gitti ve ‘şimdi gidip Alberto adında birini öldüreceğim,’ dedi. Alberto denen adamın kim olduğunu sordular ona. ‘Bir düşman,’ dedi, ‘benim bir düşmanım.’ Ona istediği düşmanı değil de belli nitelikteki düşmanları öldürmesi gerektiğini anlatmaya çalıştılar. ‘Yoksa siz beni cahil mi sandınız?’ dedi Luigi. ‘Sözünü ettiğim Alberto dediğiniz nitelikte ve dediğiniz ülkeden. Onlara savaş açtığınızı öğrenince ben de gideyim, böylece Alberto'yu da öldürürüm, diye düşündüm. Onun için geldim buraya. Alberto'yu iyi tanırım, dolandırıcının tekidir, bir kızın yanında beni küçük düşürdü. Eski bir mesele. İnanmıyorsanız, anlatayım olan biteni.’ Gerek olmadığını söylediler. ‘O zaman Alberto'nun nerede olduğunu söyleyin de çarpışmaya gideyim.’ Bilmiyorlardı. ‘Önemli değil,’ dedi Luigi, ‘sora sora er geç bulurum onu.’ Öyle olmayacağını söylediler; nereye yollarlarsa orada savaşması ve Alberto mu değil mi diye bakmadan öldürmesi gerekiyordu, onlar hiçbir şey bilmiyordu. ‘Gördünüz mü işte,’ diye diretiyordu Luigi, ‘size olanları anlatmam gerek, dolandırıcının tekidir o, savaşmakta haklısınız.’ Ama kimse hikâyesini dinlemek istemiyordu. Luigi bir türlü anlamıyordu. ‘Özür dilerim, ha birini öldürmüşüm ha öbürünü, sizin için ne fark eder. Alberto ile hiç ilgisi olmayan birini öldürmek istemem doğrusu.’ İnsanların sabrı taşmıştı. Bazıları savaşın ne olduğunu, birçok nedenini ve insanın gidip istediği düşmanı arayamayacağını anlattı ona. Luigi omuz silkti. ‘Öyleyse ben yokum bu işte,’ dedi. ‘Varsın ve kalacaksın!’ diye bağırdılar. ‘İleri marş, bir ki bir ki!’ ve Luigi'yi savaşa yolladılar. Luigi memnun değildi. Düşmanları, acaba Alberto'yu ya da bir akrabasını öldürmek nasip olur mu diye öldürüyordu. Her öldürdüğü düşman için bir madalya veriyorlardı ona, ama o bundan memnun değildi. ‘Eğer Alberto'yu öldüremezsem o kadar insanı boşu boşuna öldürmüş olacağım,’ diye düşünüyor ve bundan dolayı vicdan azabı duyuyordu. Bu arada kendisine her çeşit metalden madalya üzerine madalya vermeye devam ediyorlardı. Luigi, ‘bugün öldür yarın öldür derken düşmanlar azalacak ve elbet o dolandırıcı karşıma çıkacak,’ diye düşünüyordu. Ama düşman o Alberto'yu bulamadan teslim oldu. O kadar insanı boşu boşuna öldürdüğü için pişmanlık duymaya başladı Luigi. Barış yapıldığı için bütün madalyalarını bir torbaya koyup düşmanlarının ülkesine gitti ve onları ölenlerin çocuklarına, eşlerine armağan etmeye başladı. Derken karşısına Alberto çıktı. ‘Varsın geç olsun,’ dedi ve onu öldürdü. Bunun üzerine yakalandı, mahkemeye çıkarıldı ve asıldı. Mahkemede defalarca bunu vicdanını rahatlatmak için yaptığını söylediyse de onu dinleyen olmadı.”

        *

        İtalo Calvino, kendine karşı çaresiz bir hale düşmüş insana “çare” olarak edebiyatı gösteriyor. Şu sözleri “Görünmez Kentler”in finalidir:

        “Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer bir cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.”