Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Gençliğimde kolaydı; bir film kaçırmışsam eğer şehrin hangi semtinde köşede kalmış bir sinemada tekrar gösteriliyorsa ille de oraya koşar o filmi seyrederdim. Okuduğum gazetenin “günün sanat etkinlikleri” takvimine dikkatle bakar, nerede bir yazarın imza günü, söyleşisi varsa oraya koşar, nerede bir müzik topluluğunun konseri varsa yağmur çamur, otobüs vapur demeden koşa koşa yetişmeye çalışırdım.

        Şimdi sürdüğüm yaşlarda bu işlere pek hevesim kalmadığı gibi takatım da kalmadı. Çok uzun bir süreden beri gitmiyorum bu tür faaliyetlere. Olur da sevdiğim bir dostumun, kıramayacağım bir yazar arkadaşımın çağırısı gelir, o başka...

        Tarihçi arkadaşım Mahmut Akyürekli, “Fatih’te, Palulu Hüseyin’in dükkanında bir kitap müzayedesi var,” dediğinde hiç tereddütsüz, “Haydi gidelim,” dedim.

        Galiba kitap için hâlâ takat var bende, bir kitap için gitmeyeceğim yer yoktur sanırım.

        *

        Akşamın acelesi mi vardı ne; ışıklarını yakmış yeni bir hayata hazırlanıyordu İstanbul. Haliç’i geçtik, su kemerine varmadan sağa saptık; orada Kadınlar Pazarı var. Kadınlar dediysem (bazıları da Siirt pazarı der, Küçük Siirt diyenler de var) adı öyle, yoksa tam bir Kürt erkekleri pazarı… Her yer “bölge insanıyla” dolu… “Bölge insanı”, bölgeden gelmiş ürünleri, eti, peyniri, balı, çayı, işkembeyi, mumbarı, cevizi, pekmezi burada alıp götürüyor “bölgeden” çok uzak evine.

        Biz içinden geçerken pazardaki “bölge insanı” kalabalığı bir hayli azalmıştı. İnsanlar azalmıştı da sanki arabalar çoğalmıştı, dolaştık sokakları, arabayı bırakacak tek arabalık bir yer bulamadık. Müzayedenin yapılacağı dükkandan bir hayli uzak bir yer bulduk, yürümeye başladık mezadın yapılacağı dükkana.

        *

        Sahi biz “müzayedeye” mi gidiyorduk, “mezata” mı? Aslında iki kelime de aynı kökten geliyor, “ziyade”den… Hani misafirlikte yemekten sonra “Allah ziyade etsin” deriz ya, işte o “ziyade”den… Ama “müzayede” sanki daha klas, daha aristokratik bir tını taşıyor, zengin bir hava yayıyor etrafa; “mezat” ise daha çok bizden bir kelime, köylü işi gibi… “Canlı hayvan müzayedesi” dersek sanırım olmaz; ama “mezâtı” dersek sıkıntı yok, öyle harbiden de “yerli” bir ton taşıyor bu kelime; biz satacağımız bir malı “müzayedeye” değil “mezata” çıkarırız ama kitaba daha çok “müzayede” kelimesi yakışıyor yine de.

        *

        Tarih boyunca müzayedelerde sadece kitap, resim, arazi, köşk, han, hamam, mobilya, halı, silah, artık aklınıza ne geliyorsa sadece onlar satılmamış; insanları da çıkarmışlar mezata. Mal ve arazilerin yanında köleler de çıkmış mezat arenasına. Homeros’un destanında onların da yeri var yeterince. Roma da sürdürdü bu geleneği, Hıristiyanlığın ilk dönemi de, Osmanlı da… Ortaçağ sonlarına doğru Avrupa’da serflik düzenine son verilince köle mezatlarına rağbet arttı. Gemiler dolusu Afrika’dan köle getirmeye başladılar Avrupa’ya, mezat yerleri doldu taştı. Büyük toprak sahiplerinin her biri birer köle zengini oldular.

        Hızlı hızlı yürüyoruz hafif hafif varlığını hissettiren ahmakıslatandan korunmak için; bir yandan da kafamda bu düşünceler...

        Geçtiğimiz sokaklar pek “müzayede mekanına” çıkacak sokaklara benzemiyor. Oto lastiğini tamir eden dükkanlar, tatlıcı atölyeleri, eski eşya satan izbe yerler, ucuz aş evleri, çorbacılar, tek tük gardı düşmüş bakkal dükkanları, kasalarda bekleye bekle helak olmuş meyveleriyle bir iki manav, depo, aynacı, çerçeveci falan derken sokaktan bir merdivenle inilen bir bodrum katının önünde durduk. Aradığımız yere gelmiştik demek, Mahmut önde ben arkada indik merdivenleri.

        *

        Kitap kokusunu sevmeyen kitapsever yoktur. Bir bibliyofilden kitaplarını alın ama kitap kokusundan uzaklaştırmayın onu, ölür! Onlar bu kokuyla yaşarlar çünkü. Canlılar aleminde sadece insan için bir şey ifade eder bu koku. Her kitapsever o kokuyu aldığı ilk günü unutmaz. Bana göre bütün kitaplar Fakir Baykurt’un “Tırpan” romanı kokuyor mesela. Hangi kitabı elime alsam, kitaplarla dolu hangi mekana girsem, hangi kitaplığın önünde dursam hep aynı koku gelir burnuma.

        Ramazan ayıydı. Yazdı. Sıcaktı. Floresan lambalar aydınlatıyordu çay bahçesini, yazlık sinemanın önünü… Sahura kadar çarşıda gezmek adettendi. Bir kahvede kağıt oynuyordu arkadaşım Veli, yaşım ondan küçüktü, komşuyduk, evlerimiz uzak bir mahalledeydi, beraber gidecektik eve, uykum gelse bile Veli’yi beklemek zorundaydım. Kahvenin duvarında büyükçe bir resim asılıydı. Birkaç köylü ellerinde tırpanla buğday biçiyordu. Sarı sepya bir renk hakimdi resme. Onlar oyun oynuyor, ben resme bakıyordum, masadakilerden kim söyledi bilmiyorum, resmin içine düştüğümü görünce, “Biliyor musun, Tırpan diye bir roman var, yazarı da Fakir Baykurt’tur,” dedi.

        “Tırpan” o andan itibaren keskin bir özlem oldu düştü içime. Halk kütüphanesinde yoktu. Sorduğum çoğu kişi adını bile duymamıştı. Yaz geçti içim kıyıla kıyıla, sonbahar geçti, renkler değişti, manzara soldu, kitap hiçbir yerde yoktu. Öğretmenim Arslan bir anda umut oldu bana, söz verdi, yakında Van’a gidecek, bana o kitabı getirecekti. (O zamanlar Hakkari’den birisinin Van’a gitmesi meseleydi!) Ve o gün geldi, Arslan Öğretmen döndü Van’dan, gecenin hiç de uygun olmayan bir saatinde dayandım kapısına. Kıştı, pis bir yanık kömür kokusu esir almıştı şehri, Arslan Öğretmen acıdı halime, okumakta olduğu romanın kaldığı yerini işaretledi, kitabı verdi bana.

        “Tırpan”ın kokusu, şehri esir almış o pis yanık kömür kokusunu bastırdı. Gece yatağımda da okudum, sonra koklaya koklaya uyudum.

        Bu yüzden hâlâ bütün kitaplar benim için “Tırpan” kokarlar.

        *

        Bir de “çürük kitap” kokusu vardır. Bu aralar tekrar okumakta olduğum “Üç İstanbul” romanında Mithat Cemal Kuntay, kahramanı Moiz’in ağzının çürük kitap koktuğunu yazar.

        Merdivenden iner inmez beni sevdiğim o kitap kokusu değil, çürük kitap kokusu karşıladı. Hele rutubetle karışmışsa o koku fenadır. Hele hele içerisi basıksa ve insan doluysa, o insanların nefesi de karışmışsa onlara, çok daha fenadır.

        Bize, münadi (kitap mezadını yöneten kişi) Palulu Hüseyin (Ataşçi)’in solunda, bir eskiciden alınma harap bir üç kişilik koltukta yer gösterdiler. Kolonlarla bölünmüş genişçe bodrum katında, yine bir eskiciden alındığı belli, sandalyelere, eski koltuk ve kanepelerde bizden önce yerlerini almış kitapseverler oturuyor. Hepsini gören bir yerdeyim. Teker teker yüzlerine bakmaya başladım önce. Hiçbirisinin yüzünde zulmün izi yoktu. Kitapsever kendini hemen belli eder. Derin, durgun bir suya benzer yüzleri. Bir bakış atsan, suya atılan bir taş gibi o bakış anında o yüzde, etrafında halkalar bırakarak dalar derine. Birbirine benzer hepsi... Genci, ihtiyarı fark etmez, kadını erkeği yine fark etmez, hepsinde aynı sevecen ifade… Bazılarında bilgelik… Konuşsan hepsinin güzel bir hikayesi vardır, sorsan hepsi sana bildiklerinden kat be kat çok şey anlatırlar; cahil kalırsın yanlarında. Sokakta karşılaşsan sıradan biri sanırsın ancak böyle yerlerde kendilerini belli ederler. Hemen hemen çoğu birbirini tanır, münadi de hepsini…

        Birisi sadece sevdiği için kitap toplar, birisi okumak, birisi miras bırakmak, birisi müptela olduğu için, birisi kokusu için, birisi bir resmi kuruluşun kütüphanesine satmak için, birisi bir başkası için… Kitaba sahip olmak bir hastalıktır. Bu “iyi huylu” hastalığa yakalanan kolay kolay iflah olmaz, doktoru, ilacı yoktur hastalığın, tek ilacı parasızlıktır!

        Almanya’dan Nazilerden kaçarak önce Paris’e giden Walter Benjamin’in en büyük derdi kitaplarıydı. Gidecek de kitapları ne olacaktı? Alabildiği kadar kitap alır yanına, Paris’te kaldığı eve koli koli kitap yığar. Bir gün evine mülakat için bir Fransız gazeteci gelir. Çalışma odasında üst üste kitap yığınını görünce biraz da müstehzi bir edayla, “Tüm bu kitapları okuyabilecek vaktiniz olduğuna inanıyor musunuz?” diye sorar. Benjamin; “Kitaplar yalnız okunmak için değil, aynı zamanda birlikte yaşamak içindir de” diyerek cevap verir ona.

        *

        Münadi Palulu Hüseyin’in muhteşem bir şivesi var. Kelimeler ağzına o kadar yakışıyor ki… Bildiği Zazaca inatçı bir lehçe, Kürtçenin en inatçı lehçesi… Henüz modern romanı yok, bu yüzden yaygın olduğu coğrafyanın kayası gibi sert ve direngen. Ölmemek için direniyor, bu Sahaf Hüseyin de o lehçeyi sonradan öğrendiği Türkçe’nin içine o kadar güzel enjekte etmiş ki, bazı kelimeler müzikal bir tını taşıyor ağzından çıkarken. Ben kitap hastalığına yakalanmış, münadinin havaya kaldırdığı kitaba, cimri bir adamın paraya bakar gibi bakan insanların yüzünü incelerken; Palulu Hüseyin o sırada Benjamin’in “Parıltılar” kitabına bir açılış fiyatı biçmiş, mezat arasında Benjamin’in “ölüm yolculuğunda” yanına aldığı kitaplardan bahsediyordu. İspanya sınırında elindeki bavullarda sadece kitaplar varmış. Hangi kitapları seçmişti acaba alim? Benjamin Fransa’dan İspanya’ya, oradan da Portekiz’e geçerek Amerika’ya varmak niyetindeydi. Ona dair “Karşılaşmalar” adında bir kitap yazmış olan Jay Parini’nin yazdığına göre intihar ettiği yatakta, başucunda Goethe’nin bir kitabı duruyordu.

        Mezatta kitap alanların tümü aynı “cins” değil. Mesela edebiyat kitaplarına ilgi duyanlar sanki daha genç ve daha atikler… Tarih meraklıları bizim Mahmut gibi her kitaba elini kaldırmaz ama mesela Apollinaire’in pek de “nadir olmayan” bir kitabını Palulu Hüseyin satışını beş lirayla başlatınca eller inip inip kalktı. Eller inip kalkarken Sahaf Hüseyin şair hakkında konuşuyordu bir yandan da… “Hapishaneye girmiş çıkmışlığı var” deyince hikayenin gerisini yazmak bana düştü.

        *

        Beni gazeteciliğe mekanı cennet olsun Orhan Duru başlattı. Orhan Duru 1950’li yıllarda Ankara’da mukim bir gazeteci; şair değil, hikayeci ama yabancı dillere vakıf, Fransız şiirini de iyi biliyor. Dostları arasında Ece Ayhan var, Sezai Karakoç var, Cemal Süreya var. Ama o en çok Sezai Bey’in Fransızcasına güveniyor. Mehdi Eker’den duymuştum; günün birinde elinde Apollinaire’in meşhur şiiri “Mirabeau Köprüsü” ile geliyor, “Bu şiir Türkçeye çevrilemez ama bu işi yapsa yapsa bir sen yaparsın” diyor ve şiiri Sezai Karakoç’a veriyor. Orhan Abi haklıydı; çok kişi çevirdi bu şiiri, Cemal Süreya da Oran Veli de başkaları da… Bulup okuyun, isterseniz bulduğunuz çevirileri karşılaştırın, göreceksiniz en iyi çeviri Sezai Bey’in çevirisidir. Palulu Hüseyin’in sözünü ettiği şairin hapisliğine gelince… 1911 yılında arkadaşı Picasso’yla birlikte “Mona Lisa” tablosunu çalmaya kalkışmaktan karakola düşerler, Picasso’nun önemli mevkilerde tanıdıkları var, onu hemen bırakırlar, Apollinaire ise Paris’teki La Santé Hapishanesini boylar. Gerçi çok kalmaz içerde, sadece birkaç gün ama yine de o birkaç gün ona şu şiiri yazdırır:

        “Neden Tanrı’m?

        Acımı biliyorsun.

        Çünkü o acıyı bana veren sensin

        Çektiğim ıstıraba acı.

        Hapishanenin karanlığında çarpan bütün zavallı yüreklere acı

        Al benden başımdaki dikenli tacı.

        Ve ruhumun umutsuzluğa kapılmasına izin verme!”

        *

        Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı”nı havaya kaldırdı münadi. Mahmut’u alması için dürttüm. Kapışma başlayınca Palulu Hüseyin, “Hannah Arendt, Martin Heidegger’in büyük aşkıydı,” dedi; dipte bir yerden “lütfen dedikodu yapmayalım” sesi duyuldu, birçok kişi aynı anda güldü. Oysa Sahaf Hüseyin dedikodu falan yapmıyordu. Bütün zamanların en sansasyonel, en ilginç aşklarından birini yaşamıştı iki alim. Aşklarının kitabı yazıldı, mektupları yayınlandı, tiyatro oyunlarına mevzu oldu. Heidegger Nazi sempatizanıydı; koluna “sarı yıldız” takıldıktan sonra Yahudi olduğunu öğrenen Arendt ise her türlü “izme” karşıydı, “halkları” falan sevmiyor, yalnızca dostlarını seviyordu. Şiddet üzerine çalışmıştı, kafayı “totaliter örgüt” ve “totaliter yönetimlere” takmıştı. (“Totaliter örgütlerin üst yönetiminde herkes şefin yalan söylediğini bilir. Ama şef kaybederse hepsi kaybedeceğinden susarlar. İlke, şefin yanılmazlığı değil yenilmezliğidir; buna olan inanç biterse totalitarizmin hayal dünyası bir anda çökecek ve gerçek kazanacaktır.”) Heidegger hoca, Arendt öğrencisiydi. Heidegger evli ve iki çocuğu vardı; Arendt ise 18 yaşında bir talebeydi. Hocası Heidegger’in felsefe dersinde anlattıkları Hannah’ın aklını başından aldı. Her şey kaçak bir bakışla başladı. Sonra aralarında “bilgeliğe duyulan aşk” üzerine bir muhabbet gelişti ve kalpler rayından çıktı. İki alim, biri erkek biri kadın, birbirlerine mektup yazarlarsa felsefe damlar o mektuplardan, Martin, Hannah’a yazdı, dedi ki:

        “Sevgili Bayan Arendt!

        Daha bu akşam vakit geçirmeden size gelmeliyim ve kalbinize konuşmalıyım. Her şey yalın, duru ve saf olmalı aramızda, bizi karşılaştıran kadere ancak böyle layık olabiliriz. Dünya artık senin ve benim dünyam değil o bizim dünyamız oldu. Bizim yaptığımız ve başardığımız her şey, sana veya bana değil, bize ait”.

        Filozof bunları yazdığında felsefe tarihinin en büyük eserlerinden birisi olan “Varlık ve Zaman”ı yazıyordu.

        Öğrencisi, kendisi gibi alim olma yolunda hızlıca basamakları tırmanırken, 1933 yılında Almanya’da Hitler iktidara geldi.

        Hannah bir Yahudi olduğu için talebelere ders veremezdi, yasaklıydı artık. O da önce Paris, sonra da Amerika’ya gitti. Heidegger ise olan biten her şeyin kalbindeydi. Birçok Alman yazar, sanatçı, düşünür gibi Hitler’e teslim oldu. Ona göre Hitler bir kurtarıcıydı, onu destekleyen konuşmalar yaptı, hayranlığını her yerde belli etti, Nazizm’i kutsadı. Hitler artık onun Führeri’ydi!

        Hitler savaşta yenilip intiharla cehennemin dibini boylayınca filozof “sahipsiz” cıs cıbıldak ortada kaldı. Üniversite kapıları yüzüne kapandı. O zamana kadar çeşitli Yahudi örgütlerinde çalışmış olan Hannah ise 1950 yılında hâlâ unutamadığı büyük aşkına destek olmak için Almanya’nın yolunu tuttu. Bir otel odasında buluştular. Heidegger, “itibarını kurtarmasını” istedi Arendt’ten. Hannah, “sen niye Nazilere yardım ettin?” diye sormadı. Çünkü kadının kafası hepimizden farklı çalışıyordu. “Aşk doğası gereği saftır, ulvidir, ruhanidir ve salt bu nedenden dolayı ki, sadece apolitik değil, tüm politika karşıtı insani dürtülerin en güçlüsüdür de...” demişti.

        Aşkları kaldığı yerden devam etti. Hannah Arendt’in namı 1961 yılında Nazi kasabı Eichmann’ın Arjantin’de yakalanıp İsrail’de mahkeme huzuruna çıktıktan sonra bütün dünyada daha çok duyuldu. Bir gazeteci olarak takip etmişti duruşmayı, süklüm püklüm basit adamı gördükten sonra meşhur “Kötülüğün Sıradanlığı” makalesini yazdı. Çok kişiyi çileden çıkaran nesnel bir tutum aldı. Ona göre Eichmann “ne yaptıysa yasalara bağlı bir vatandaş olarak” yapmış, “görevini yapmış” sadece emirlere değil yasalara da uymuştu. Bu yüzden “Eichmann ‘kötü’nün kendisi değil, sadece, düşünmeyi bilmeyen, yaptığının bilincinde olmayan ve emirlere uyan, sıradan bir memurdu. Onu, kötü'nün kendisi olarak suçlamak yanlış olacaktır.” Yazdıkları Yahudilerin çok hoşuna gitmedi. Saldıranlar oldu, özel hayatı didik edildi. O ise fikirlerinden hiç vazgeçmedi. Üstüne üstlük Avrupa’da bulunduğu süre zarfında Heidegger ile hep görüştü, uzaktayken de mektup yazdı. Hannah 1975’te öldü. Bir sene sonra da Martin onu takip etti. Şu söz Hannah Arendt’indir:

        “Bu dünyadan gitmek zorunda kalacağımız gün, arkamızda daha iyi bir dünya bırakmak iyi bir insan olmuş olmaktan daha önemli olacaktır.”

        *

        Bir anda, bu çürük kitap kokusunun mekanın rutubetiyle hemhal olup başka bir şeye dönüştüğü ortamın havasının arada bir gelip beni yoklayan astımıma iyi gelmediğini hissettim. Bir gıcık yapıştı boğazıma. Mahmut’a “kalkalım,” dedim, oysa sabaha kadar oturabilirdim burada, Sahaf Hüseyin’in bana hatırlatacağı daha çok şey vardı. İstemeden kalktık, aralardan geçerek sokağa çıktık. Rahat bir nefes aldım. Mahmut anlattı, Sahaf Hüseyin’in dükkanı bir süre öncesine kadar bu kadar iptidai değilmiş, yeri güzelmiş, kiralar alıp başını gidince, bu sokakta, bu berbat bodruma taşınmak zorunda kalmış.

        *

        Bu yazıya oturduğumda Hüseyin Ataşçi’yi sordum Mahmut’a tekrar telefonda, hakkında biraz bilgi verdi, “bir ara sinemayla uğraşmış sanırım” dedi. Ben de sağda solda bir şeyler bulabilir miyim diye bakınırken Hüseyin Ataşçi’nin Beykent Üniversitesi Sinema TV Bölümüne sunduğu bir Yüksek Lisans Tez Raporu’na rastladım bir yerlerde. Raporu bir kısa film senaryosu şeklinde yazmış Ataşçi. Senaryosunun adı “Vivid”… Hikayesini kendisi şöyle özetliyor tezin girişinde:

        “Habil (25) ile Kabil (25) sıkı iki arkadaştır. İkisi de işçidir. Birlikte bir yük taşıma işi yaparlar. İşveren paralarını bir gün sonra ödeyeceğini söyler. Ertesi gün Kabil’in bir işi çıkar. Parayı almaya gidecek zamanı olmaz. Habil iş sahibine yaptıkları işin ücretini almaya giderken borçlu olduğu bir adamla karşılaşır. Adam Habil’den alacağını ister. Habil işverenden parayı tahsil eder. Kabil’e vereceği parayla, kendi borcunu öder. Bunu duyan Kabil, o anda aklına gelen Vivid lakabını Habil için kullanır ve artık herkes Habil’e Vivid demeye başlar. Habil kendisine verilen Vivid lakabından rahatsız olur. Bir gün annesi, kendine Vivid demesine müsaade ettiği için Habil’i aşağılar. Bunun üzerine tartışırlar. Habil o öfke patlamasıyla evden bir bıçak alarak Kabil’i öldürür. Habil, daha sonra mahalledeki sahafa gider ve Vivid sözcüğünün anlamını sorar. Sahaf, Vivid’in kötü bir anlamı olmadığını, aksine “parlak, canlı, ışıltılı, hayat dolu” gibi anlamlara geldiğini söyler. Habil, anlamını bile bilmediği bir sözcük yüzünden en yakın arkadaşının katili olmuştur.”

        *

        Fatih Belediyesi, Beyoğlu Belediyesi ve sahafların bolca bulunduğu diğer belediyeler el atsa, sahaflara uygu fiyatlarla kitapseverlere hizmet verebilecekleri yerler verse, oralarda küçük küçük “mezat salonları” olsa… Ha küçük bir dispanser açmışsın, ha bir sahafa yer vermişsin… İkisi de eşit derecede sağlık hizmetidir sonuçta.

        Ha bir de; Allah herkesin yolunu hayatında en az bir kez bir sahaf dükkanına düşürsün! “Vivid”e benzer öğreneceğimiz o kadar çok kelime var ki orada...

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar