Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Vedat Türkali’nin “Mavi Karanlık” romanını okuduğumda henüz Bodrum’u görmemiştim.

        Romanı okuduktan sonra, -sanırım 1984 yılıydı- kızıl bir güneşin altında karıncanın su içtiği lacivert bir denizin kokusu sindi üzerime; o gün bugün ne zaman Bodrum’a gitsem aynı kokuyu duyarım.

        Tuzlu bir romandır. İçinde çok gözyaşı var, çok deniz var, çok muhabbet var. Dalga sesleri eksilmez sayfalarından, anason kokar.

        *

        Bodrum’dan Datça’ya feribotla gelen arkadaşımı beklerken Karaköy’de, yine bu roman geldi aklıma. Aradan nerdeyse kırk yıl geçmiş; şimdi aynı iştahla okumaya başlasam romanı, eminim aynı tat yapışmayacak damağıma.

        Çünkü bilirim; tadı damağımıza yapışan bütün iyi romanlar, zehrini bir daha çıkmamacasına ilk okumada bırakırlar kanımıza.

        *

        12 Eylül darbesinin hemen öncesine bir grup aydını alır Bodrum’a götürür, bizi de onların macerasıyla baş başa bırakır Vedat Türkali. Biri sanatçıdır ama ne galerisi ne de müşterisi vardır. Biri bilim adamıdır ama laboratuvarı yoktur. Biri işçidir, ama işi yoktur. Biri kaptandır ama teknesi yoktur. Biri gazetecidir ama çalıştığı bir gazete yoktur. Hepsinin arasında da yalnız bir kadın dolaşır. Hepsi, hep birlikte bir yaz macerası yaşarlar.

        Vedat Türkali’ye göre aslında aydınlar lüzumsuzdur, onların yanında işçi sınıfına götürebilecekleri bir bilinç falan yoktur, varsa yoksa umut işçi sınıfının bizzat kendisindedir. O sınıf nerde, ne iş yapar, bunu ne Vedat Abi bilir ne de işçinin kendisi…

        Romanı yazdığı zamanlar; kendilerini işçi sınıfına bilinç götürmekle görevli sanan ama işçilerin hayatından çok burjuvaların hayatına özenen aydınların her yerde borusunun öttüğü yıllardı. Ağır bir görevi vardı onların; halkı ve işçi sınıfını “devrime hazırlamak” ama rakı içmekten, birbirinin sevgilisini ayartmaktan, tatil hayali kurmaktan, bir ev, bir iş, daha iyi bir kariyer sahibi olmak için uğraşmaktan buna vakit bulamıyorlardı.

        Buna vakit bulamayınca da şiirler yazıp şarkılar söylemek kolaylarına geliyordu.

        Vedat Türkali’ye göre aydınlar “beli çatlak bir tekneye” benziyorlardı, tekne her tarafından su alıyor, ha battı ha batacaktı!

        Çok değil kısa bir süre sonra 12 Eylül torpidosu derinden daldı o tekneye, tekne hepten denizin dibini boyladı.

        *

        Bodrum deyince ille de aklıma Vedat Türkali’nin “Mavi Karanlık” romanı gelir. Belki de buraları ilk defa o roman sayesinde tanımış olmamdandır. Gittiğim yerlerde, yemek yediğim lokantada, oturduğum kahvede onun kahramanlarıyla göz göze gelirim sanki.

        Bunu ilk tanışmamızda ona da söylemiş, nedense söylediğim bu basit şeyi pek önemsemiş, o yakışıklı gülümsemesiyle bana tatlı tatlı bakmış, “Oğlum, ne güzel iltifat bu,” demişti de ben de hafifçe utanmıştım.

        *

        Mehmed Uzun tanıştırmıştı bizi. Sanırım 1993 yılının Kitap Fuarı zamanıydı. Vedat Abi Londra’dan, Mehmed Uzun da Stockholm’den gelmişti İstanbul’a.

        Ben o zamana kadar yayınlanmış bütün kitaplarını okumuştum ama hakkında çok az şey biliyordum. Daha sonra Yaşar Kemal’den öğrendim; yüzbaşı rütbesiyle liselerde edebiyat öğretmenliği yaparken Yusuf Atılgan ve bir yığın arkadaşıyla birlikte “1951 tevkifatında” tutuklanmış, bilfiil yedi yıl mahpus yattıktan sonra çıkmış, senaryo yazmaya niyetlenince de Yaşar Kemal onu alıp Atıf Yılmaz’a götürmüştü. (Yusuf Atılgan da gördüğü işkencenin bir benzerini daha görürse eğer, çözülüp birkaç arkadaşını ele vermekten korktuğu için, hapishaneden çıktıktan sonra “komünistlikten istifa ederek” her şeyi bırakıp köyüne çekilmiş, çok uzun yıllar izini kaybettirmişti.)

        Ancak Vedat Türkali mimli bir komünist olduğu için gerçek adıyla senaryolar yazamaz Yeşilçam’da. Yeni bir isme ihtiyacı vardır. Bu “yeni ismin” ortaya çıkardığı oldukça karmaşık hikayeyi de Atıf Yılmaz hatıratında anlatır.

        *

        Vedat Türkali’nin asıl adı Abdülkadir, soyadı Demirkan’dır. Yaşar Kemal senaryo yazsın diye ona Atıf Yılmaz’a götürünce hemen işe başlar. Herkes ona “Kadir Abi” diye hitap eder ancak sektörde çalışabilmesi için sansürün tanımayacağı bir isim gerekir ona, “Vedat Türkali” müstear adını bulur, bu isimle senaryolar yazmaya başlar. Yeşilçam’da; edebiyat öğretmenliği bilindiğinden tanıdık herkes ona “Hoca” demeye başlar. Bu isim ona çok yakışıyor, bir süre sonar “Kadir Abi”, “Hoca” olur çıkar. Derken Hoca, bütün bu isimlerden sıkılmış olmalı, aile “Pirhasanoğulları”dan geldiği için “Abdülkadir Pirhasan” adını almak üzere mahkemeye başvurur. “Abdülkadir” adını, “Pirhasan”soyadını görünce hakimin, “Beyefendi tekke mi kuracaksınız?” diye sorduğu rivayet edilir. Böylece işler daha da karışık bir hal alır. Eski arkadaşları Hoca’ya “Abdülkadir” diyorlar. Atıf Yılmaz’ın eşi, oyuncu kızı Deniz, “Türkali” soyadını seviyor, onun; şair, yönetmen, senarist oğlu Barış ise “Pirhasan”ı beğeniyor onu soyadı olarak kullanıyor.

        Bu bilgileri verdikten sonra Atıf Yılmaz meseleyi şöyle bağlıyor:

        “En tuhafıma giden de eşi Merih Abla’nın arada bir kırk yıllık ‘Abdülkadir’e ‘Vedat, Vedat’ demesi…”

        Atıf Yılmaz ise ölünceye kadar ona “Kadir Abi”, arada bir de “Hoca” dedi.

        Ayşe Şasa Yeşilçam’a, Vedat Türkali’nin yanında sekreter olarak işe başlayarak girdi. O sırada Atilla Tokatlı’yla evlendi, nikah şahidi Vedat Türkali’dir.

        Ayşe Şasa, daha sonra Atıf Yılmaz’ın asistanı oldu. Atilla Tokatlı’dan boşandıktan sonra Atıf Yılmaz’la evlendi, ondan da boşandıktan sonra Bülent Oran’la...

        Atıf Yılmaz ise Ayşe Şasa’dan ayrıldıktan sonra Vedat Türkali’nin kızı Deniz Türkali’yle evlendi.

        Velhasıl oldukça karmaşık bir hikaye…

        *

        Beni Vedat Türkali’yle rahmetli Mehmed Uzun’un tanıştırdığını söylemiştim. Mehmed Uzun’la Londra’dan tanışıyorlar. 1990’ların başında “hayatımın kitabı” dediği “Güven”i rahatça yazmak için Londra’ya gider, adeta oraya yerleşir, on yıl boyunca da o devasa romanı orada yazar. Mehmed Uzun da İngilizcesini ilerletmek için bir süre kaldığı Londra’da “Vedat Abi”yle ahbaplık kurar. Dostlukları, Mehmed Uzun’un erken ölümüne kadar devam eder.

        *

        Mehmed Uzun’un ölümünden sonra, mektupları arasında Vedat Türkali’nin ona Londra’dan yazdığı bir mektubunu bulmuştum. Birkaç mektupla birlikte bende duruyor öldüğü günden beri. Söz ikisinden açılmışken bu mektubu yayınlamak farz oldu şimdi.

        Mektup şöyle:

        9 Aralık ’91, Londra

        Mehmet’çiğim merhaba,

        Çok sevindim mektubuna. Seni birkaç kez aradım, yanıt vermedi telefonun, Farhi, seninle konuştuğunu söyleyince ferahladım. Mektubun da iyice meraklanmamdan kurtardı. Torunumuzu biz de sevinerek bekliyoruz. Daha önce de bir olasılık olarak sözünü ettiğin Londra’ya gelmeni de… Çalışmalarının yoğunluğu da güzel bir şey. İşleyen demir ışıldar. Senin yaptığın gibi değişik konularda çalışmak zihinsel yorgunluğun en iyi ilacıdır derler. Ara sıra dinlenmeyi de göz ardı etmemek gerek.

        Bana Farhi gibi bir dost kazandırdığın için de sağ ol Mehmet’çiğim. Gerçekten değerli bir “insan adam”. Sana sözünü etmiş sanırım; onun kitabının Türkiye’de çıkmasını sağladık. Çeviriyi de burada onun dostu olan bir Türk, Enis User üstlendi. Sonbahar’da çıkacağını umuyoruz. İstanbul kitap fuarına imzaya gitmesini sağlayacağımızı umuyorum. Sen de orada olursun belki. Birlikte ne güzel günler olurdu…

        Benim çalışmalarım, üç aylık bir aradan sonra gene bildiğin tempoya girdi. Daha birkaç yıl uğraştırır sanırım. Bu arada, son romanıma, Tek Kişilik Ölüm’e öyle pis saldırılar olmuş, öyle aşağılık kulisler döndürülmüş ki, -Biraz da Türkiye’de bizi sevenlerin isteği üzerine- bir kitapçık hazırladım YANITLAR adında. İstanbul’da hep onunla uğraştım. Önümüzdeki aylarda çıkar sanırım. Bir Gün Tek Başına’yı birine verdikti çevirmesi için. O iş de pek talihli olmadı gibi. Farhi gördü, bir de güvendiği bir İngiliz yazar dostuna gösterdi yapılanları. Çeviri biçemini “çocukça” bulmuştur; bu haliyle bir editöre verilmez diyorlar. Esaslı bir redaksiyon gerekliymiş. Hele bir bütünü çıksın bakalım, demekten başka bir şey gelmedi elimizden. Bekleyeceğiz. “Dallar Yeşil Olmalı”nın çevrilip bir tiyatroya verilmesi de kurduğumuz şeyler arasında. Enis User yapabilirse…

        Gönderdiğin Kürt Edebiyatı çalışması için ayrıca çok sağ ol. Şöyle bir karıştırdım daha. Modern edebiyatta, romanda senin adını aradım, bulamadım…mı, yok mu yoksa? Niye koymadın? Ben yararlı olacağını sanıyorum. Yalnız, bana henüz başka hiçbir arkadaştan kitap, broşür falan gelmedi. Nuri Dersimi’nin anılarını nereden bulabilirim? İstanbul’da Vedat Günyol’la konuştuğumda, galiba Belçika’da çıkan önemli bir ad yazdırdı bana; onu da yitirmişim, çok üzüldüm.

        İşte böyle Mehmet’çiğim, düşe kalka gidiyoruz şimdilik. Sağlığım bozulmadıkça, hiçbir şeyden yakınmam olmayacak.

        Seni burada görmek mutluluğunu özlemle bekliyor, sevgiyle kucaklıyoruz seni de sevgili gelinimizi de. Gözlerinizden öpüyoruz. En içten dileklerimizle.

        Vedat Türkali

        P.S.

        Sizin orada işler biraz ters gitti ama Türkiye’de iyi gidiyor gibi. Kel Süleyman bile demokrat oldu. Sevindirici. Gerçek çözüm daha çok uzaklarda olsa da… V.T.

        *

        “Bir Gün Tek Başına”dan sonra “Mavi Karanlık”ı yazar Vedat Türkali. Birkaç ay önce, muhalif aydınların “hastanın sabahı beklemesi gibi” yolunu bekledikleri videoların mucidi Sedat Peker, “Bir Gün Tek Başına”dan bahsedince bir videosunda, romanın aniden üst üste birkaç baskı yaptığı haberini okudum bir yerlerde.

        Vakti zamanında “Kurtlar Vadisi”nin kahramanlarından birisinin eline Hitler’in “Kavgam”ını vermişlerdi senaristler; o bölümün yayınlanmasından sonra “Kavgam” aniden “bestseller” olmuş, Almanlar “Ne oluyor, bizim Hitler Türkler arasında neden aniden bu kadar popüler oldu diye” bir hayli kaygılanmışlardı.

        Edebiyat eleştirmenlerinin elli yılda yapamadıklarını Sedat Peker birkaç saniyede yapmış, romanın birkaç baskı yapmasına sebep olmuştu.

        Bu mevzular Vedat Abi’nin sevdiği mevzulardır, görseydi eğer bu günleri kıs kıs güler, mutlaka “Kayıp Romanlar” romanında TKP’nin parasının üzerine “yattığı” iddia edilen yaşlı yazardan paraları tahsil etmek için partinin “Ülkücü mafyaya” başvurmasını, bu kitabı okumamış olanlara hatırlatırdı.

        *

        Sahi “Mavi Karanlık”tan girmiştik yazıya… Şu satırlar o romandan:

        “Yol hep yeniden başlıyor. Biten biziz. Bitmemek için savaştığımız kadar insanız. Ölüm, hemen bitiverenler içindir.”

        Bodrum’dan gelen feribot Datça-Karaköy iskelesine yanaştı. Dikkat ettim, feribottan “Mavi Karanlık”ın hemen hemen bütün kahramanları birer birer indi.

        Arkalarından bakakaldım öyle.

        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar