Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ‘Magnolia’, ‘The Master’ ve ‘Phantom Thread’ gibi bazı Paul Thomas Anderson filmleri tuhaf şekilde ‘edebiyat uyarlaması’ izlenimi verirler bana. Kuşkusuz hepsi özgün senaryodur; ama içerdikleri dramatik zenginlik ve derinlikli yazılmış karakterleriyle her şeyin arkasında iyi bir romanın olduğunu düşündürürler.

        Yeni filmi ‘Licorice Pizza’yı seyrederken ise senaryonun gerçek olaylardan esinlendiğini, otobiyografik yanlar taşıdığını düşündüm. Özellikle Gary Valentine hayal edilemeyecek bir karakterdi sanki. Sadece o değil, daha birçok ayrıntı ve yan karakter, gerçekle kurmacanın birleşimi gibi geldi bana.

        Filmden sonra ‘Licorice Pizza’nın Paul Thomas Anderson’un hayal gücü kadar gerçeklerden beslendiğini keşfetmek sürpriz olmadı. Ama otobiyografik bir film değildi. 2001’de bir lisenin içinden geçip giderken tanık olduğu olaydan yola çıkmıştı. 15-16 yaşlarındaki gencin kendinden en az 10 yaş büyük fotoğrafçı kıza kur yaptığını görmüş; bundan bir film hikâyesi çıkabileceğini düşünmüştü. Gary Valentine karakterini yazarken ise arkadaşı Gary Goetzman’ın yaşam öyküsünden esinlenmişti. Goetzman, genç yaşta filmlerde oynamış, Ed Sullivan’ın TV şovuna çıkmıştı. Sonra kendi işini kurmuş, yapımcı Jon Peters’a su yatağı satmıştı. Pinball masaları, Los Angeles’ta 1973 yılınca serbest bırakılır bırakılmaz, oyun salonu açmıştı.

        Çılgınlığı ve kontrol edemediği enerjisiyle tanınan yapımcı Jon Peters’ın yanı sıra diğer karakterlerin de ‘1970’lerin gayri resmi Los Angeles tarihi’nden filme dahil edildiğini belirtelim: Sözgelimi Sean Penn’in oynadığı Hollywood yıldızı Jack Holden, William Holden’dan esinlenen bir karakter. Alana ile Jack Golden’ı oyuncu seçimleri için bir araya getiren film 1973 yapımı ‘Breeze’. Okudukları diyaloglar bire bir o filmden alınma. Jack Golden’ın motorsikletle yaptığı atraksiyon, Anderson’un çocukluğunda duyduğu, San Fernando Vadisi’nde yaşanmış gerçek bir hikâyeye dayanıyor. Gary’nin Alana’yı götürdüğü Mary Grady (Harriet Sansom Harris) adlı menajer, Hollywood’un efsane isimlerinden Sue Mengers’i temel alıyor. Irkçı ve cinsiyetçi özellikleriyle öne çıkan Japon restoranı sahibi Jerry Frick (John Michael Higgins) de Anderson’un üvey annesinin hatıralarına dayanan bir karakter. Anderson anlatmaya başlasa, liste herhalde uzayıp gider.

        ‘Licorice Pizza’, bildiğimiz alıştığımız senaryo formüllerine pek yüz vermeyen, ‘serbest düzen’de yazılıp çekilmiş bir film izlenimi veriyorsa; bunda ana öyküden kopuk gibi görünen yan karakter ve detayların büyük payı var. Gerçi senaryodaki her şeyin işlevi var ama hayal edilemeyecek kadar tuhaf gerçeklerin filme farklı bir hava verdiğini düşünüyorum.

        Öte yandan, filmin temelindeki aşk hikâyesinin tuhaf olduğunu düşünmüyorum. 15 yaşındaki gencin 25 yaşında genç kıza âşık olmasının ideal bir film hikâyesi olmadığını kim iddia edebilir ki? Özellikle söz konusu yaşların, kadın ile erkeğin çift olmasının önünde ciddi bir engel olduğunu düşündüğümüzde, senaryoda ne kötü karaktere ne de onları ayıran başka bir engele gerek kalıyor. Şehirler arası yolculuk ederken yasal vasiye ihtiyaç duyan bir erkekle, hayatına yön vermeye çalışan 20’lerindeki bir kadın birbirlerinden hoşlanıyorsa, ‘yaş farkı’ dramatik çatışmayı tek başına kurar.

        ‘Licorice Pizza’da da öyle oluyor. Lisedeki fotoğraf çekimi için sıraya giren Gary Valentine (Cooper Hoffman), elinde aynayla dolaşan Alana’yı (Alana Haim) görüp ona kur yapmaya başladığında yaş sorusu gecikmiyor. Ama açılış sahnesinde, erkekler tuvaletinin aynasında saçını başını düzeltirken gördüğümüz sivilceli ergen Gary, konuşmaya başladığında belagati ve özgüveniyle Alana’yı bir şekilde etkilemeyi başarıyor.

        Daha ilk sahneden Alana’nın inkâr edilemez şekilde ondan etkilendiğini hissediyoruz. İkisi arasında hemen bir bağ kuruluyor. Ama Alana direniyor; çünkü hayatının o döneminde ciddi bir ilişki kurmak istiyor.

        REKLAM

        Hikâyenin çarpıcı yanı, Gary’nin onun karşısında hiçbir zaman lise öğrencisi olarak kalmaması… Kısa sürede anlıyoruz ki Gary, cesur, atak ve hayallerini gerçekleştirmesini bilen bir karakter. Belli ki, küçük yaşlardan itibaren onu kendi işlerine dahil etmekten çekinmeyen annesi (Mary Elizabeth Ellis) sayesinde Gary sorumluluk almaya alışmış biri.

        Gary’ye takılmasıyla birlikte Alana’nın hayatı renkleniyor, canlanıyor. Tacizci fotoğrafçının yanında part-time çalışan Alana, Gary’nin sayesinde şov dünyasının kulislerine giriyor, bir Hollywood menajeriyle görüşme yapıyor, starlarla flört ediyor.

        Özellikle Gary’nin yaşına başına bakmadan su yatağı işine girmesiyle Alana, sürekli çoluk çocukla takılmaktan rahatsız olsa da kendine iyi bir iş bulmuş oluyor. Ne var ki, tüm bu süreçte, Gary’yi sevgili olarak görmek istemiyor. Başka erkeklerle birlikte oluyor. Öte yandan, Gary de yaşıtı kızlarla flört etmekten, ilişkilere girmekten çekinmiyor. Ama Alana ile aralarındaki o kıvılcım hiç sönmüyor. Aslına bakarsanız, Paul Thomas Anderson ‘Onlar tam birbirlerine göre’ diyor en başından. Biz de biliyoruz bunu…

        İşte bu nedenle, merak öğesini ayakta tutamıyor ‘Licorice Pizza’. Hikâyenin nereye varacağını tahmin etmek hiç zor değil. Romantik komedilerle benzer yanlarının sayısı az değil. Gary ve Alana, sonu baştan belli çatışmalara giriyor, inatlaşıp birbirlerini kızdırıyorlar.

        Anderson’un derdi bizi şaşırtmak, önceki filmlerinde olduğu gibi marazi ve karanlık ruhlarla tanıştırmak değil. Var öyle insanlar filmde ama Gary ve Alana iyi kalpli karakterler. Biri, sivilceli bir ergen olmadığını kanıtlama mücadelesi verirken; diğeri kendi doğasına ve duygularına karşı direnmeye çalışıyor.

        ‘Licorice Pizza’ iki ana karakterli bir film. Başlangıçta her şeyi Gary’nin bakış açısından izleyeceğimizi düşünüyoruz; ama Anderson alışageldiğimiz nostaljik büyüme hikâyelerinin tek ana karakterli yapısını kırıyor. Bir süre sonra Alana’nın bakış açısıyla da izliyoruz olup bitenleri. Hatta finale doğru, özellikle 1970’lerdeki o meşhur ‘Petrol Krizi sırasında mazotu biten kamyon sahnesi’nin ardından Alana’nın bakış açısı daha baskın hale geliyor.

        REKLAM

        Yeri gelmişken, söz konusu sahnenin birkaç açıdan önemli olduğunu düşünüyorum. Mazot deposu boşalmış bir kamyonu, motoru durmuş halde virajlı yollardan aşağıya geri geri kazasız belasız indirmek ve Gary dahil ‘çocukları’ Jon Peters’ın hışmından kurtarmak, Alana için öykünün kırılma noktalarından biri. Alana’nın orada aldığı sorumluluk, onun çevresindeki tüm erkeklerin aksine gerçek bir yetişkin, olgun bir insan olduğunu gösteriyor. Anderson filmografisinde kadınların erkeklere oranla daha olgun olduğunu düşündüğümüzde şaşırtıcı bir durum değil bu…. Belli ki, Gary annesi gibi güçlü, özgür kadın arıyor; sevgilisi olacak kişinin kendinden daha olgun olmasından korkmuyor.

        Alana cephesinden baktığımızda ise o sahnenin sonunda, çocuklarla takılmaktan ve onlara göre daha olgun biri olmaktan artık sıkıldığını hissediyoruz. Her şey bittiğinde, sadece Gary ve çocukları uzakta saçma sapan oyunlar oynar halde görmüyor. Ergenlikte takılı kalmış yetişkin çocuk Jon Peters’ın (Bradley Cooper) da hâlâ oyun oynamaktan kurtulamadığını görüyor. Alana işte tam da o noktada, aklı başında biriyle olmak, Gary’nin çılgın girişimci dünyasından uzaklaşmak istiyor. Ama yetişkinlerin dünyasına girmek için, seçim kampanyası yürüten genç aday Joel Wachs’ı (Benny Safdie) seçmesi, kuşkusuz yaman bir ironi. Bu arada, Alana’nın gönüllü olarak çalıştığı seçim bürosunu uzaktan gözetleyen tuhaf karakterin ‘Taxi Driver’ filmindeki Travis Bickle karakterini aklıma getirdiğini belirtebilirim.

        Yaşı küçük diye Gary ile birlikte olmayan Alana’nın, film boyunca yaşça büyük olsalar da ergenlik çağında takılı kalmış yetişkin erkeklerle karşı karşıya geldiğini unutmamak gerek. Kız arkadaşının evine davet edildiği ilk akşam sofrada Yahudi babaya ateist olduğunu açıklayan genç aktör Lance Brannigan’dan gece yarısı motorsiklet gösterisi yapmaya çalışan Jack Golden’a; önüne gelen her kadına asılan Jon Peters’dan bütün hayatını ikiyüzlülükle geçirmeye kararlı politikacı Joel Wachs’a kadar karşılaştığı erkekler, Alana’yı Gary’ye daha çok yakınlaştırıyor.

        Filmde Gary’nin aşk acısıyla büyüdüğünü, olgunlaştığını hissetsek de karakter değişimi yaşadığı söylenemez. Ama Alana’nın finalde bir iç aydınlanma yaşadığı kesin. O yüzden ‘Licorice Pizza’, Gary’den çok Alana’nın filmi sanki. Anderson’un filmi yazarken Alana rolü için Alana Haim’i düşündüğünü not etmekte fayda var. Yeri gelmişken, müzisyen Alana Haim ve Philip Seymour Hoffman’ın oğlu Cooper Hoffman’ın ilk sinema filmi deneyimlerinde hayli başarılı olduklarını belirtelim.

        REKLAM

        Freud ve Lacan’ın Arzu Teorisi üzerinden psikoanalitik okumalar yapmayı sevenler için Anderson filmlerinin çoğunun zengin damarlar, henüz keşfedilmemiş dehlizler barındırdığını düşünürüm. ‘Licorice Pizza’ da bu açıdan maden gibi film… Sonuçta aralarında cinsel çekim olmasına rağmen birbirlerine dokunamayan, arzularını bastıran bir çiftin hikâyesini izliyoruz. O yüzden başta su yatağı olmak üzere filmdeki birçok sahnenin ‘eski usul’ örtük erotizm imgeleri içerdiğini düşünüyorum.

        Paul Thomas Anderson, ‘Phantom Thread’de olduğu gibi bir kez daha görüntü yönetmeni olarak geliyor karşımıza. Ama bu kez Michael Bauman ile birlikte imza atıyorlar filme. 35mm olarak, 1970’lerde kullanılan eski usul lenslerle çekilen ‘Licorice Pizza’da, sadece 1970’lerin filmlerini değil, özellikle iç mekânlarda 1980’lerden hatırladığım aydınlatma tekniklerini de gördüm. 1980’lerde görüntü yönetmenleri farklı renklerdeki sıcak tonları aynı çerçevede birleştirmeyi severler; 1970’lerin gerçekçi düz pastel renklerinden özellikle kaçarlardı. Böyle bir hedefi var mıydı bilmiyorum ama Anderson’ın 1970’lerin tarzıyla 1980’leri birleştirdiğini düşünüyorum. Kesin olan, filmin görüntü yönetiminden, renklerinden, ışıklarından keyif aldığım… Görüntüler de en az şarkılar kadar 1970’ler nostaljisinin en büyük parçası.

        Filmin adı bizi direkt olarak bu nostaljiye götürüyor. Licorice Pizza ABD’de plak satan eski bir zincir mağazanın adı. Ayrıca, argoda ‘plak’, daha doğrusu LP, yani ‘Long Play’ anlamına geliyor. Anderson ise ‘licorice’ ve ‘pizza’ kelimelerinin onu geçmişe doğru yolculuğa çıkardığını, 1970’leri ve çocukluk yıllarını hatırlattığını söylüyor.

        Anderson sinemasını çok sevdiğim ve beklentilerim yüksek olduğu için ‘Licorice Pizza’da biraz hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf edebilirim. Ayrıntılar, yan karakterler gerçekten hoş ama Alana’nın yaşadığı iç çatışma dışında ilgimi çeken bir dramatik derinlik bulamadım filmde. ‘Licorice Pizza’ Anderson’un en sıcak ve duygusal filmi. Hatta kendi tarzında bir ‘kendini iyi hisset filmi’ olduğu dahi söylenebilir. Anderson’un, film boyunca ‘kavuşma’, ‘birbirinin peşinde koşma’, ‘hayran hayran birbirini süzme’ gibi eski usul romantik sahnelerden uzak durmadığını belirtelim.

        Oscar ödüllerinin en önemli adayları arasında gösterilen, ABD’de çok beğenilen ve daha şimdiden önemli ödüller kazanan ‘Licorice Pizza’yı ileride seyrettiğimde fikirlerim değişir mi bilmiyorum. Anderson deyince aklıma insan ruhunu anlamaya çalışan, derin sulara tüpsüz dalışlar yapan bir sinemacı geliyor. ‘Licorice Pizza’da ise sanki bu yoğunluğa ara verip hem kendini hem de bizi mutlu etmek istediğini düşünüyorum.

        Anderson’un ‘Fast Times at Ridgemont High’ (1982) ve ‘American Graffiti’ (1973) gibi Amerikan gençlik filmlerinin havasına sahip, hikâye açısından iddiasız, duygu açısından yoğun bir film yapmak istediği kesin. ABD’deki havaya bakarsanız ‘Licorice Pizza’ şimdiden kültleşmiş görünüyor. O yüzden hazır fırsat varken büyük perdede görmenizi tavsiye ederim. Umarım, benden daha çok seversiniz.

        6.5/10

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar