Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Gençlik hayalleri güzeldir. Özellikle tutkuyla bağlı olduğunuz hayalleriniz varsa… Ama tutkularınızı gerçekleştirmek, hayal kurmak kadar kolay değildir. Hayatın tatsız gerçeklerine teslim olmayıp sonuna kadar direnmeye çalışsanız bile, gençlik yıllarınız birer birer geride kaldığında endişeleriniz artar. 30’lu yaşlar ufukta belirdiğinde, elinizden gelenin en iyisini yapmak zorunda hissedersiniz kendinizi. Yıllar öncesinden belirlenmiş güvenli bir kariyer yolunu takip edenler dışında, çoğumuzun deneyimlediği sıkıntılardır bunlar…

        Jonathan Larson (Andrew Garfield), ‘tick, tick… Boom!’ filminin açılış bölümünde sahneye çıktığında hikâyesini anlatmaya işte tam da bu kritik dönemden başlıyor. 1990 yılında, 30 yaşına girmesine günler kala, yıllardır üstünde çalıştığı distopik rock müzikali ‘Superbia’ için ‘olmak ya da olmamak’ anlamına gelen özel bir atölye sunumuna hazırlandığı o kritik günlere götürüyor bizi.

        Bir yandan başına gelenleri müzikle anlattığı ‘tick, tick… Boom!’ adlı sahne performansını seyrediyor, bir yandan da flash-back’ler eşliğinde New York ve Broadway’de verdiği var olma savaşına tanık oluyoruz. Bu arada, flash-back sahnelerin iki ayrı katmandan oluştuğunu belirtmem gerekiyor. Normal diyaloglarla ilerleyen dramatik sahneler, müzikal bölümlerle kesintiye uğruyor. Bütün bunlara ‘Superbia’ müzikalinin atölye performansı ve provalarını da eklediğimizde dört anlatı katmanı çıkıyor ortaya; ama ‘tick, tick… Boom!’, en ufak bir kafa karışıklığına yol açmadan, seyirciyi hiç yormadan şahane bir kurguyla akıp gidiyor.

        Her şey bittiğinde ve biraz araştırma yaptığınızda, senaryoyu yazan Steven Levenson’un filmi, hayali değil gerçek bir kişilik olan Jonathan Larson’un, alt başlığı ‘Bir Rock Monoloğu’ olan ‘tick, tick… Boom!’ adlı sahne müzikalinden uyarladığını görüyorsunuz. Ne var ki, 1990’ların başlarında New York’ta sahnelenen bu düşük bütçeli müzikal gösterinin film için sadece bir çıkış noktası ya da bir iskelet olduğunu söylemek gerek. Asıl hikâye, Larson’ın ‘Superbia’ müzikali için verdiği mücadele üzerine yoğunlaşıyor. Bu mücadelede günümüz dünyasında genç sanatçıları bekleyen sorunların çoğunu görmek mümkün. Ama ‘tick, tick… Boom!’ bildiğimiz türden bir başarıya ulaşma hikâyesi değil.

        Larson, ABD’de, özellikle müzikal dünyasında iyi tanınan bir isim. Dolayısıyla, Amerikalı seyircilerin çoğu finali zaten biliyor. Belki tam da bu nedenle, ‘başarı’yı başarısızlık, hayal kırıklığı, çatışma ve krizler üzerinden anlatan bir film seyrediyoruz.

        Larson, 1990’lı yılların tipik bir New York bohemi olarak geliyor karşımıza. Manhattan’da küçük bir dairede yaşayan Larson, yazdığı müzikali Broadway yapımcılarına kabul ettirmek için uğraşırken hafta sonları bir kafede garsonluk yapıyor. Sadece maddi sorunlarla boğuştuğu, faturalarını ödeyemediği bir dönem değil bu… Aynı zamanda kritik seçimlerle de yüz yüze geliyor. Uzun süredir birlikte olduğu dansçı kız arkadaşı Susan (Alexandra Shipp), Larson’a New York’tan gitmeyi ve yeni bir hayat kurmayı teklif ediyor. Bir ajansta iş bulduktan sonra paylaştıkları evden giden arkadaşı Michael (Robin de Jesus), ufak tefek işler teklif ederek onu daha çok para kazanacağı reklam dünyasına çekmeye çalışıyor. Müzikaline yapımcı bulması için düzenlenen atölye çalışmasına sponsor olan Ira Weitzman (Jonathan Marc Sherman) ise bir an önce ‘Superbia’da eksik olan şarkılara ve asıl işine odaklanmasını istiyor. Bu arada, HIV pozitif olan AIDS hastası arkadaşları nedeniyle de zor bir dönemden geçiyor Larson.

        Filmin kalbindeki mesele, bir insanın gençlik hayallerini ve tutkularını sonuna kadar kovalamasıyla ilgili… Bir yanda, ölümü temsil eden AIDS; diğer yanda ise gelecek var. Sevgilisi Susan ve ev arkadaşı Michael ‘hayat treni’ne atlayıp başka yerlere giderken, Larson elektrik faturasını dahi ödeyemediği küçük dairede müzikaller yazmayı daha ne kadar sürdürebileceğini sorguluyor.

        REKLAM

        Kuşkusuz moral verici gelişmeler de yaşıyor. Sözgelimi, Amerikan müzikalinin o yıllardaki öncü isimlerinden Stephen Sondheim (Bradley Whitford) onun en büyük destekçisi. Atölye sunumuna ev sahipliği yapan Ira da ondaki pırıltıyı görüp Broadway yapımcılarıyla bağ kurabilmesi için elinden geleni yapıyor. Ama yetenekleri takdir edilen Larson için hiçbir şey kolay olmuyor.

        Hem yaşam öyküsüne hem de filmin bütününe baktığınızda, Larson’un hayatının bir döneminde dibe vurduğunu görmek mümkün. Ama sonuçta, her şey kendine inanmakla ilgili. Yeteneklerine ve potansiyeline güvendiğin noktada asıl önemli olan, hatalarını, eksikliklerini görmek ve nasıl devam edeceğini bilmek değil midir? Açılış sahnesinde ‘tick, tick… Boom!’ adlı rock monoloğunun da Larson için hayatındaki asıl çıkışı başlattığını görebiliyoruz. Bu gösteriyle birlikte Larson’un büyük bütçeli süper Broadway prodüksiyonlarını bir yana bırakıp kendi öyküsüne, otobiyografik yanı ağır basan gerçekleşebilir işlere odaklanması kuşkusuz çok önemli.

        Tam da bu noktada, filmin gizli bilgesinin uzun süre ortada görünmedikten sonra atölye sunumu sırasında ortaya çıkan menajer Rosa (Judith Light) olduğunu söylemek gerek. Rosa sadece yazmaya devam etmesi gerektiğini söylemiyor, en iyi bildiği şeyleri anlatmasını istiyor ondan.

        Filmin altını çizdiği bir başka nokta Larson’un müzikale dram türünün derinliğini getirmek istemesi… ‘tick, tick… Boom!’daki samimiyet ve Broadway tarihinin en uzun süre sahnelenen işlerinden, 2005’te sinemaya da uyarlanan ‘Rent’daki özyaşamsal öğelerin müzikaller için hayli ilham verici olduğu, bugün herkes tarafından kabul ediliyor.

        Bu yıl içinde seyirciyle buluşan ‘In the Heights’ adlı sahne oyununun yazarı ve aktör olarak tanınan yönetmen Lin-Manuel Miranda’nın hedefinin de aynı dramatik derinliği yakalamak olduğu kesin. ‘tick, tick… Boom!’, belki dramatik yapısı gereği karakterler arası çatışmalarda çok derinleşemiyor ama ana karakterin psikolojisini, duygularını, iç çatışmalarını anlatırken etkili, sahici olabiliyor. Müzikal sahneler, koreografi ve performans şovunun ötesine geçip filmin anlam dünyasına hizmet etmeyi başarıyorlar.

        REKLAM

        ‘tick, tick… Boom!’, çok tutkulu ve özenli bir yönetmenlikle geliyor karşımıza. Anlatım tekniğine hakimiyet açısından Lin-Manuel Miranda’nın ilk filmi olduğuna inanmak belki zor. Öte yandan, anlatımdaki heyecana, sahneleri birbirlerinden farklı tarzlarla çekme konusundaki ısrara ve filmin bütününe damga vuran biçimci yaklaşıma baktığımızda, bir ilk film olduğunu hissetmek mümkün. Filmde hemen aklıma gelen iki müzikal sahne var: İlki, Michael ve Jonathan Larson’un üst orta sınıf hayatın konforuna özlem duyarak hayal kurdukları bölüm. Diğeri ise Moondance Cafe’deki yoğun pazar kahvaltısı… Öte yandan, evdeki parti başta olmak üzere kalabalık dramatik sahnelerin de iyi çekildiğini düşünüyorum. Buruk bir komedi tonuyla başlayan filmin sonlara doğru giderek daha duygusallaştığını not edelim. Finaldeki serinkanlı yaklaşımı düşündüğümüzde, duygu istismarından özellikle kaçınıldığını görebiliyoruz belki; ama özellikle sonlardaki bir sahnenin o yıllarda hayatını AIDS nedeniyle kaybedenler için göz yaşartıcı bir matem niteliği taşıdığı kesin.

        Miranda, 1970’lerin öncü müzikal yönetmeni Bob Fosse’un biçimci tarzına yakın bir iş çıkarıyor ama filminin Jonathan Larson için bir saygı duruşu olduğu fikrini belli ki hiç aklından çıkarmıyor.

        Kendi adıma Miranda’nın yönetmenliğini ve sahnelere göre değişen renk paletlerini sevdim. Aralarda 8mm amatör filmleri ve 1990’ların video klip formatını da kullanan Miranda, çok katmanlı anlatı yapısının altından kalkmasını başarıyor. Dramatik sahneler, müzikal bölümler ve rock monoloğu gösterisi arasındaki geçişler gayet başarılı… Gerçeklik, kurmaca, müzikal ve sözlü anlatı arasındaki geçişken ilişkilere baktığımızda postmodernist bir tavırdan dahi söz edilebilir.

        En önemlisi, ne kadar biçimci olursa olsun meselenin özünü ıskalamayan bir filme imza atıyor Miranda… ‘tick, tick… Boom!’, bana ‘La La Land’ (2016) ve ‘Moulin Rouge!’ (2001) gibi çok sevdiğim müzikal filmleri hatırlattı. Malum, her ikisi de gençlik hayalleri ve bohem hayatın gerçeklik karşısında düştüğü halleri müzikal formu ve biçimci bir sinema diliyle anlatırlar. Bu filmin onlardan en önemli farkı, yaşanmış olaylardan yola çıkması. Kuşkusuz kurmaca gereği değiştirilen bazı şeyler var ama Larson’un gerçek yaşam öyküsüne baktığınızda öykünün özünün aynı kaldığını görüyorsunuz.

        ‘tick, tick… Boom!’, gerçek bir müzisyen ve sanatçı hikayesi olarak da hafızalarda yer edeceğini düşündüğüm bir film. Çağdaş Amerikan müzikalinin ilham verici isimlerinden Jonathan Larson’u anmak için de önemli bir fırsat.

        Kuşkusuz, Andrew Garfield’in harika bir performans çıkardığını söylemek gerekiyor. Son jenerikte Larson’un video kayıtlarını gördüğünüzde Garfield’in, karakterin ruhunu yakaladığını hissediyorsunuz.

        Filmin hayli zengin bir oyuncu kadrosu var. Larson’un atölye sunumundaki vokalistlerden biri olan Vanessa Hudgens’ın adını da bir yere not etmek gerekiyor. Son olarak, Moondance kafesindeki pazar kahvaltısı başta olmak üzere filmin bazı sahnelerinde Amerikan gösteri dünyasının tanınmış isimlerinin yardımcı rollerde karşımıza çıktığını belirtelim.

        ABD’de 2021 ödül sezonunun merakla beklenen filmlerinden ‘tick, tick… Boom!’u Netflix’te seyredebilirsiniz.

        7.5/10

        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar