Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ‘The Harder They Fall’ın ilk sahnesinde, çiftlik evlerinde huzur içinde sofraya oturan ve dua eden Afrika kökenli Hıristiyan aileyi gördüğümüzde, western klişelerini hatırlayıp ‘Kötülerin zulmü ne zaman ve nasıl başlayacak? Bu huzur ne zaman sona erecek?’ diye gerilmeden edemiyoruz. Zulmü de kötü beyazlardan bekliyoruz. Nitekim, ilk lokmalarını dahi yiyemeden kapının çalındığını duyuyoruz; ama olay tam da beklediğimiz gibi gelişmiyor.

        Aslında, film boyunca aynı durum sürüyor: ‘The Harder They Fall’ westernle ilgili bazı beklentilerimizi tatmin edici şekilde karşılarken, bazen de açılış sahnesinde olduğu gibi bizi şaşırtabiliyor.

        Yönetmen Jeymes Samuel’in Boaz Yakin’le birlikte yazdığı senaryo, Vahşi Batı’da yaşamış gerçek insanları tümüyle hayali bir hikâyenin içine dahil ediyor. ‘The Harder They Fall’da karşımıza çıkan Nat Love, Cherokee Bill, Rufus Buck gibi gerçek kişilikler üzerine yapacağımız irili ufaklı tüm araştırmalar, bizi filmde anlatılandan çok farklı hikâyelere götürüyor. Ama senaryonun neden Nat Love’ı aydınlık, diğer ikisini karanlık tarafa koyduğunu anlamakta güçlük çekmiyoruz. Çünkü tarihsel kayıtlara baktığınızda, filmdekinden çok farklı bir yaşam öyküsüne sahip olan Nat Love’ın Vahşi Batı’nın iyi kalpli kahramanlarından biri; diğer ikisinin haydut olarak anıldığını görüyoruz… Her şey bittiğinde ise yönetmen ve yazar Jeymes Samuel’in iyiyle kötüyü birbirinden kesin çizgilerle ayırmak istemediğini fark ediyoruz.

        İçerdiği sürpriz finalle farklı katmanlara uzanan iki intikam öyküsü anlatıyor film… Her iki öykü de sadece Vahşi Batı’da değil günümüz Amerika’sında da bitmek bilmeyen ‘şiddetin kısır döngüsü’ne bağlanıyor. Ama ‘The Harder They Fall’un asıl derdini hikâyesinden ziyade anlatımı ve görselliğiyle yansıtan bir film olduğunu en baştan söylemem gerek. Çünkü filmin ruhu, hikâyesinde ve karakterlerinde değil, biçiminde çıkıyor ortaya.

        Öte yandan, Jeymes Samuel’in en az biçim ve anlatım kadar önemsediği bir şey daha var: Samuel, belli ki öncelikle bir ‘black western’ çekmek istiyor. Sonuçta, alışık olmadığımız şekilde Afrikalı Amerikalıların ağırlıkta olduğu bir western seyrediyoruz… Öyle ki, beyazlar yan rollerde bile değiller; konuşmalı rolleri var hiç kuşkusuz ama hayli geri plandalar… Bu yaklaşım, ilk bakışta abartılı, gerçek dışı veya ‘rövanşist’ bir tavır gibi gelebilir. Oysa tarihsel gerçeklikten kopuk olduğunu söylemek zor. Çünkü tarihçilerin yaptığı araştırmalar ve kuşaktan kuşağa anlatılan öyküler, kovboy olarak bildiğimiz insanların çoğunun Afrika kökenli olduğunu gösteriyor. Köleliğin bitmesinden sonra özgür kalan birçok siyahın, bugün Vahşi Batı olarak anılan bölgeye geldiği ve hayatlarını sığır çobanlığı, binicilik, at eğitmenliği yaparak kazandığı bilinen bir gerçek. Tarih, içlerinden bir kısmının Rufus Buck gibi çete kurarak kanunsuz işler yaptığını da yazıyor hiç kuşkusuz. Sonuçta, iyi veya kötü, Vahşi Batı’nın tarihinin her anında varlar. Ama Hollywood’a baktığımızda nedense onları göremiyoruz. Çünkü western, beyazların elinde en baştan itibaren ırkçı bir tür olarak şekilleniyor ve siyahlar çok uzun bir süre nerdeyse tümüyle görmezden geliniyor.

        İşte bu yüzden, ‘The Harder They Fall’un ‘black western’ olarak her şeyden önce politik bir anlam taşıdığını söylemek mümkün. Ama daha önce de altını çizdiğim gibi biçimin her şeyden daha önemli olduğu bir film bekliyor sizi…

        REKLAM

        İngiliz yönetmen Jeymes Samuel’in müzik disiplininden gelmesi, Londralı bir müzik yapımcısı olması, filmi daha iyi anlamamızı sağlıyor. Samuel, 51 dakikalık ilk filmi ‘They Die At Dawn’da olduğu gibi ‘The Harder They Fall’da da gerçek karakterlerden yola çıkarak western janrı ile video klipleri akla getiren formalist bir estetiği bir araya getiriyor.

        1960’ların sonlarından itibaren, özellikle İngiliz sineması üzerinden rock müziğin sinema sanatı üzerindeki estetik etkilerini görmeye başladığımızı düşünürsek, Samuel’in 21. Yüzyıl’ın popüler müziğiyle western arasında kurduğu bağa çok şaşırmamak gerekiyor. Yıllardır aşina olduğumuz western manzaralarının reggae, blues, R&B, funk gibi çağdaş ritim ve melodilerle buluşması, Samuel’in film boyunca peşine düştüğü ‘black western’ ile İngiliz biçimciliğini bir araya getirme çabalarından sadece biri… Bu arada, şarkıların film için özel olarak hazırlandığını belirtelim.

        Samuel’in stilini incelediğimizde, John Ford usulü klasik Amerikan westerni ya da türün 1960’lardaki ‘revizyonist’ örneklerinden ziyade, Sergio Leone’nin ‘spagetti western’ diye anılan formalist tarzından izler buluyoruz. Özellikle kan ve şiddeti saklamamak konusunda Leone’nin izinden gittiği kesin. Ayrıca silahlı çatışma sahnelerinde çağdaş video oyun estetiğine yaklaştığını da düşünüyorum. ‘Black western’ tadını en çok son bölümde iki çetenin çarpıştığı sahnede bulduğumu söyleyebilirim. Çünkü Samuel’in bu sahneyi müziğin ritmi ve duygusuyla çekip kurguladığını fark ediyorsunuz. Üstelik aklınıza başka western filmleri ve Leone sahneleri gelmiyor. Sadece ‘The Harder They Fall’a özgü bir deneyim yaşadığını hissediyorsunuz.

        ‘The Harder They Fall’, öylesine biçimci ve şık bir film ki inandırıcı, gerçek bir dünya kurduğunu söylemem çok zor. Samuel’in gerçekçilikten kasten uzak durduğu kesin. Öyle ki, sadece şarkıları değil Martin Whist imzalı prodüksiyon tasarımını da bir ‘yabancılaştırma efekti’ olarak kullanıyor. Diğer bir deyişle, müzik ve dekor hikâyeyle aramıza mesafe koyuyor. Sadece beyaz insanların yaşadığı o abartılı derecede ‘beyaz kasaba’dan söz etmiyorum. Sonuçta o sahnede, ironi devreye giriyor. Ama filmin büyük bölümünün geçtiği diğer kasabalar da buram buram ‘dekor kokuyor’. Her şey o kadar şık, temiz ve yeni ki yaşanmışlık duygusu pek yok… Ayrıca renkler, western filmlerinde görmediğimiz kadar canlı, sıcak ve çeşitli… Ana karakterler dışında kalan figüranların kostümleri için de aynısı geçerli. Dolayısıyla, bütün kasaba sahnelerinde gerçek Vahşi Batı’dan ziyade film stüdyosundaki western kasabası dekorunda olduğumuzu biliyoruz. Buna karşılık, Samuel karakterler ve onların aralarındaki ilişkileri, sahici ve gerçekçi kılmak için elinden geleni yapıyor. Hedefi, abartılı ve gösterişli western dekoruyla kontrast teşkil eden gerçekçi ve doğal bir oyunculuk… Tam da burada, Quentin Tarantino geliyor akıllarımıza. Çünkü Samuel, Leone tarzı biçimci yaklaşım kadar Tarantino westernlerini aklımıza getiren uzun diyaloglara da yer veriyor. Karakterleri ya çarpışırken ve dövüşürken ya da konuşurken görüyoruz. Ama ilk sahnelerden itibaren bütün hikâyenin karakterler karşı karşıya gelsin ve konuşsun diye geliştirildiğini hissettiğim için hikâyenin beni duygusal olarak yakaladığını söylemem mümkün değil. İşte bu yüzden, filmin hikâyesi ile karakterlerinden ziyade anlatımına ve görsel dünyasına odaklandığımı söyleyebilirim.

        Sözgelimi, prodüksiyon tasarımındaki aşırı şıklığın bir benzerini gece sahnelerinde iç ve dış mekânlardaki aydınlatmada fark ediyorsunuz. Özellikle bütün pencerelerden gelen sıcak sarı ışıklar, bir tür reklam estetiği duygusu veriyor. Gündüz sahnelerindeki doğal olmayacak kadar turuncu ışık için de aynısı geçerli. Özetle Samuel ve görüntü yönetmeni Mihai Malaimare Jr. aydınlatmada formalist bir yaklaşım tutturuyor. Kendi adıma rahatsız olduğumu söyleyemem. Tam aksine, Samuel’in bu tutkulu biçimciliğinden ve filmin görüntü yönetiminden keyif aldığımı söyleyebilirim. Ama finalde Idris Elba ve Nat Love’ın karşılıklı oynadığı sahne dışında filmin beni duygusal olarak yakalayabildiğini söylemem zor. Son olarak, filmi daha çekici hale getiren mizah duygusunun altını çizmek gerekiyor. Oyuncuları da beğendim. Idris Elba çifte altın tabancalı karizmatik haydut Rufus Buck’ı tadını çıkararak canlandırıyor. Nat Love’da Jonathan Majors, Postaarabası Mary’de Zazie Beetz, Bill Pickett’da Edi Gathegi, Cherokee Bill’de LaKeith Stanfield, Trudy Smith’de Regina King, genç silahşör Jim’de RJ Cyler, bar fedaisi Cuffee’de Danielle Deadwyler yönetmenin kendilerine açtığı alanı değerlendirmesini biliyorlar. Tarantino filmlerinde olduğu gibi oyunculuk film boyunca keyif veriyor.

        Kendi adıma çok etkilenmesem de ‘The Harder They Fall’ın, ilk örneklerini 1970’lerde görmeye başladığımız ‘black western’ türünün kayda değer filmlerinden biri olarak anılacağını düşünüyorum.

        6.5/10

        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar