Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Pandemi nedeniyle sinema salonlarında gösterilemeyen filmlerden biriydi ‘Staten Adası’nın Kralı’ (The King of Staten Island)… 2020 yazında ABD’de VOD (Video On Demand) adı verilen ‘öde ve izle’ sistemiyle dijital platformlarda seyircilerle buluştu ve ilk haftasında en çok ilgi gören film oldu. Bazı kaynaklara göre, Covid-19 döneminde dijital olarak vizyona giren en başarılı ilk 10 film arasına girmeyi başardı.

        ‘Dijital vizyon’da hedefine ulaşan ‘‘Staten Adası’nın Kralı’ çarpıcı bir açılış sahnesine sahip. Daha ilk andan bizi nasıl bir ana karakterin beklediğini gösteriyor. Yüksek sesle müzik dinleyen Scott Carlin (Pete Davidson), otoyolda giderken birden gözlerini yumuyor ve körlemesine otomobil kullanmaya başlıyor. Ölümüne yol açabilecek bir davranış olmasına karşın, gözlerini açtıktan sonra önündeki otomobillere çarpmamak için çaba göstermesi ve kendi kendine herkesten özür dilemesi de önemli.

        Scott Carlin’in film boyunca her şeyi mahvetmekle son anda işleri toparlamak arasında gidip geldiğini söylemek çok yanlış olmaz. Özellikle filmin ilk bölümünde sevebileceğimiz, empati kurabileceğimiz bir karakter değil. Boşta gezerlerden oluşan arkadaş grubundaki sorumsuz hallerine, annesi Margie (Marisa Tomei) ve kız kardeşi Claire’e (Maude Apatow) olan şımarık sorumsuz davranışlarına tanık oldukça aramızdaki duygusal mesafe açılıyor ve hatta tüm film boyunca ona nasıl katlanacağımızı düşünüyoruz.

        REKLAM

        Bir filmin ilk bölümünde ana karakterini bize sevdirmek için çaba göstermemesi, kuşkusuz cesaretli bir tercih. Sevip sevmemenin ötesinde onun şöyle sağlam bir hayat dersi alması gerektiğine inanıyorsunuz. İtfaiyeci babasını bir yangın sırasında yedi yaşında kaybetmesine elbette üzülüyoruz ama ona acımak öyle çok kolay değil. Liseyi bıraktıktan sonra ailenin bir numaralı sorunu haline gelmenin onu hiç rahatsız etmediği belli. Avare ve tuhaf biri olmayı nerdeyse hayat biçimi haline getirdiği açık. 24 yaşında olmasına karşın aklı hâlâ iki karış havada… ‘Dövme restoranı’ gibi benzersiz ve tuhaf bir işyeri hayali kuruyor ama onu gerçekleştirmek için attığı hiçbir ciddi adım yok. Hayatla ilgili aklı başında planları olan Kelsey (Bel Powley) ile bir ilişkisi var ama onunla sadece sevişmek istiyor. Sevgili olmaya ve açık bir ilişki sürdürmeye karşı… En kötü yanı, annesinin evinde aynı şekilde yaşayıp gitmekten yana olması, hayatını değiştirmek istememesi…

        Öte yandan, hâlâ annesiyle yaşadığı için henüz 18 yaşını geçmemiş bir ergen gibi kendisine söylenenleri yapmak zorunda olduğunu biliyor ve annesinin isteğiyle bir restoranda komi olarak çalışmaya başlıyor. Öyküdeki dönüm noktası ve kriz ise annesinin 17 yıl sonra ilk kez istikrarlı bir ilişki kurmasıyla geliyor. Üstelik, Scott Carlin’in daha ilk görüşte anlaşamadığı Ray Bishop (Bill Burr) gibi bir adamla…

        Senaryonun çok da tanıdık klişeler üzerinden geliştiği söylenemez. Scott Carlin’in süreç içinde olumlu ya da olumsuz bir gelişim ya da değişim yaşayacağı çok açık. Ama gerçekçi bir tavırla, sadece büyüklerine itaat ederek, sorumluluk alarak ve çevresine uyum sağlayarak değişemeyeceğinin altı çiziliyor. Filmin bir sahnesinde çocuklarını ona emanet eden Ray’in eski eşinin fark ettiği gibi, gerçek anlamda tuhaf bir karakter değil aslında. Sadece öyle görünmek işine geliyor. Büyümeyi, olgunlaşmayı reddediyor. Yaşamını kendine acıyarak sürdürmek istiyor.

        Filmin en hoş yanı, Scott Carlin’i bize şirin ya da antipatik gösterme derdine düşmemesi. Duygusal olarak onun yanını tutmadan, içindeki olumlu ve olumsuz yanları abartmadan olduğu gibi göstermesi. Gençlik filmlerinde genç karakterler, genellikle ailelere ve kurulu düzene isyan ederler. Burada tam tersi oluyor, annesi, kız kardeşi ve kız arkadaşı Kelsey kendisini toparlaması için Scott Carlin’e isyan ediyor.

        Öykünün gelişimiyle ilgili ipuçları vermek istemiyorum ama Scott Carlin’in kendisiyle yüzleşerek, kendisini sorgulayarak değişmediğini söyleyebilirim. O aslında en başından beri neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilen bir karakter. Büyümek, olgunlaşmak zorunda olduğunu biliyor ama işine gelmiyor. O yüzden kendi içinden gelen motivasyonlardan ziyade hayatın zorlamasıyla değişiyor.

        REKLAM

        Film ilerleyip hikâye geliştikçe, yıllar önce kaybettiği babasını içten içe suçladığını anlıyoruz. Scott Carlin’in ‘7 yaşında oğlu olan bir baba, neden başka insanlar için kendini feda eder ki?’ sorusunu bir türlü aşamadığı ve orada takılıp kaldığını anladığımızda, filmin asıl meselesi de açığa çıkmış oluyor. ‘Babasının başkalarının gözünde kahraman olması’ fikrinin ona en başından beri iyi gelmediğini keşfediyoruz. Babalıkla, kahramanlıkla ilgili yanıtı kolay verilemeyecek bu sorular, ana karakterin travması üzerindeki perdeyi kaldırırken bizi de filmin kalbindeki meseleye götürüyor

        Açıkçası, filmin ilk 20-25 dakikasını sevdiğimi söyleyemem. Başlarda yönetmen Judd Apatow’un anlatımına da çok ısınamadım. Sözgelimi, diyaloglu sahneleri sürekli açı karşı-açı tekniğiyle çekmesini, çok fazla kesme yapmasını sevmedim. Ama bir noktadan sonra hikâyenin abartıdan uzak gerçekçi ve doğal şekilde geliştiğini gördükçe filme ilgim arttı. Bazı filmler, seyircinin ilgisini artırmak için trajik, acıklı, gerçek dışı olaylarla ilerler. Ama ‘Staten Adası’nın Kralı’, ayakları yere basan filmlerden. Seyirciyi duygusal olarak etkileme derdi olmadığını anladıkça Apatow’un yönetmenliğini de sevdim.

        Final jeneriğindeki fotoğraftan da anlaşılacağı üzere ‘Staten Adası’nın Kralı’ gerçek olaylardan, Scott Carlin’i canlandıran oyuncu-komedyen Pete Davidson’un gerçek yaşam öyküsünden esinlenen, yarı kurmaca yarı gerçek bir film… ABD’deki başarısının nedenlerinden birinin bu gerçeklik duygusu olduğunu düşünüyorum. Filmin senaryosunu Judd Apatow ve Dave Sirus ile yazan Pete Davidson, ‘Saturday Night Live’ ve MTV’deki şovları, stand-up gösterileriyle ABD’de tanınan bir isim. Film belki bire bir kendi öyküsü değil. Davidson, sonuçta komedyenlik ve oyunculukla hayatına yön vermiş biri. Karakter ise dövme yapma tutkusuyla yaşıyor. Ama baba kaybı başta olmak üzere ikisinin çok fazla ortak noktası var.

        Davidson bir söyleşisinde, filmdeki karakter gibi çok zor dönemlerden geçtiğini söylerken özellikle Kid Cudi’nin müziklerinin üzerindeki olumlu etkilerinden söz ediyor. Tam da burada filmin Kid Cudi’nin ‘Just What I Am’ adlı şarkısıyla başladığını belirtelim.

        Açılış kadar final sahnesi de anlamlı geldi bana… Film, Manhattan’da tek başına 3.5 saat geçirmek zorunda kalan Scott Carlin’in görüntüsüyle bitiyor. Manhattan bu sahnede kuşkusuz geleceği temsil ediyor. Staten Island ise geçmişi… Yeri gelmişken, kız arkadaşı Kelsey’nin Staten Island’a olan düşkünlüğünün bir tesadüf olmadığını belirtelim. Kelsey yaşadığı yeri seviyor ve oraya kendinden bir şeyler katarak yaşamak istiyor. Scott Carlin ise Staten Island’ı tıpkı annesinin evi gibi hayatının sonuna kadar sığınacağı ve hiç bitmeyecek ergenliğini yaşadığı bir yer olarak görüyor… İşte bu yüzden finaldeki Manhattan, onun için ergenlik döngüsünden çıkışın simgesi gibi.

        Her şey bittiğinde, aşırı duygusallıktan uzak duran gerçekçi bir kendini iyi hisset filmi izlediğimi düşündüm. ‘Staten Adası’nın Kralı’ komedi ile dram arasında gidip gelen ‘dramedy’ dedikleri filmlerden. Güldürmek için çaba gösteren filmlerin mizahından ziyade gerçekçi durumların ortaya çıkardığı ironiyi daha çok seven biriyim. Dolayısıyla, filmi de sevdim. Dileyenler, BeinConnect’te seyredebilir.

        7/10

        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar