Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Televizyon Fatih Altaylı: Hiçbir şey diğerinden daha az önemli değil
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Fatih Altaylı…

        Günümüzde köşe yazarı, TV programcısı.

        Geçmiş dönemde, bunlara ek olarak genel yayın yönetmenlikleri.

        Fatih Altaylı, haberturk.com’da köşe yazıyor, Habertürk TV’de ‘Teke Tek’ve‘Teke Tek Bilim’,Bloomberg HT’te ‘Fatih Altaylı ile Bire Bir’ adlı programları yapıyor.

        Gazetecilik kariyerinin 40’ıncı yılında olan Fatih Altaylı hakkında son zamanlarda en çok duyduğum cümle şu; “Bu kadar enerjiyi nereden buluyor? Bizim adımıza sorar mısın?”

        Bu soruyu sipariş edenlere şöyle diyorum; “Çünkü işini seviyor, mesleğine saygı duyuyor.”

        İşini seven, mesleğine saygı duyan kişilerin ortak özelliği şudur; işlerini asla özensiz yapmazlar, sorumluluk almaktan korkmazlar ve kendilerini geliştirirler. Bunun sonucunda da başarı gelir. Gelen başarıyla “Her iyiden daha iyi olan bir iyi mutlaka vardır” düşüncesi zihinde hareketlilik kazanır. Vücutta enerji salgılayan hormonlar her daim iş başında olur. Bütün bunların sonucunda da yorgunluk hissedilmez. İşini iyi yapmanın vicdani rahatlığı ve başarının meydana getirdiği mutluluk da kişiyi her daim enerjik kılan bir başka etmen.

        Fatih Altaylı ile hem bana sipariş edilen “Bu kadar enerjiyi nereden buluyor? Bizim adımıza sorar mısın?”ı sormak hem de yeni yayın dönemine başlayan; magazin, aktüalite, kültür - sanat, spor, müzik, bilim, habiler, yaşam üzerine bir program olan ‘Fatih Altaylı ile Bire Bir’ merkezli röportaj yapmak için HT Stüdyo’da buluştuk. Söz konusu kişi Altaylı olunca, konu zenginliğiyle bezeli sohbetimiz doğal olarak başka alanlar da kaydı.

        ‘Fatih Altaylı ile Bire Bir’, ‘Teke Tek’ ve ‘Teke Tek Bilim’… Bana sürekli “Fatih Bey’e bizim adımıza bu kadar çok enerjiyi nasıl bulduğunu sorar mısın?” diyorlar.

        Aslında çok fazla bir iş yaptığım söylenemez. İnsanlar günde 8 - 10 saat yerin altında, madenlerde çalışıyor. 300 - 500 metre derinde bedensel olarak çok zorlayıcı iş yapıyorlar. Bizimki onların yanında iş bile sayılmaz. Stüdyoya giriyoruz, birileri geliyor. Onlara zaten bunca yılın tecrübesiyle elde ettiğimiz birikimin verdiği soruları soruyoruz. O sorular da önceden büyük çalışmalar gerektirmiyor. Belki bilim konusu biraz daha farklı olabilir. Bilimde biraz daha uzmanlık alanları var ama ben zaten bilime meraklı olduğum için o programı yaptığımdan dolayı, çoğu konuyla ilgili özellikle fizik, astronomi gibi meselelerde zaten normalde de bayağı bir okuyorum. Sadece o günkü bölümümün konusuna özel bazen bir ön çalışma yapıyorum. Genellikle çalışmama gerek kalan bir şey yok. Çünkü bildiğim konular. Öyle dışarıdan göründüğü kadar fazla çalışmıyorum ya da bu insanların abarttığı kadar zor bir iş değil. Ne yapıyorsun? Bir tane köşe yazısı yazıyorsun. Elbette gün boyu kafa orada, “Bugün ne yazarım? Olay ne?” Bazen bazı meselelerin veri açısından araştırılması gerekiyorsa onları mutlaka yapıyorum ama yine de atla deve bir iş değil. O yüzden fazla bir enerji gerektirmiyor.

        REKLAM

        Yorucu olan kısım, sürekli olarak gündemi takip ediyor olmak olabilir mi?

        Yorucu olan değil de sıkıcı olan kısım şu; bazı insanlar var ki son derece politikadan uzak duruyorlar. Ben bu insanlara çok özenirim. Türkiye’de bu politika meseleleri o kadar sıkıcı, o kadar kötü, o kadar iç karartıcı ki… “Ben ilgilenmiyorum, haber bile izlemiyorum, gazete bile okumuyorum” diyorlar. Bu bence şahane bir lüks. Benim öyle bir şansım yok. Ne yazık ki o insanları izlemek, dinlemek, söylediklerine kulak vermek, söyledikleriyle ilgili bir fikir sahibi olmak ve bunu gerekirse araştırmak gibi bir derdim var. Dediğim gibi bilene her iş kolay. “2x2 kaç dersem?”, bilmeyen biri için muazzam zor bir soru olabilir ama bilen için kolaydır. Her işte öyle, beni götür bir televizyon tamircisine, “Şu televizyonun fişini tak” de. Takamayabilirim. O nedenle her iş yapana kolay, her soru bilene kolay bilmeyene zordur.

        Meslek hayatınızın 40’ıncı yılındasınız. 40 yıl içinde edindiğiniz en önemli öğreti ne oldu?

        İnsan her gün bir şey öğreniyor. “En önemlisi” dediğiniz zaman, şunu öğrendim; hiçbir şey diğerinden daha az önemli değil. Yani bir bütünü oluşturan parçalar var. Bu parçaların her biri önemli. Biri olmazsa öteki olmuyor. Puzzle gibi düşünün. Bu meslekte ve hayatta öğrendiğim şey; her birinin bir diğeri kadar önemli olduğu. O yüzden de bana sorarsanız bir tek şey çok önemli. Sadece bu iş için değil, her işte çok önemli; dürüstlük... Bir gün bu geçmişin ‘Fetullahçı’ diye bilinen polislerinden biriyle hem gazete olarak hem şahsi olarak bir sorun yaşadık. Şimdi Fetö olan Fetullah Gülen örgütünün, o zaman ‘Cemaat’ denen örgütün, en güçlü olduğu zamanlardı. Onlardan biri, bana “Seni gölge gibi takip ediyoruz ama hiçbir açığını bulamadık ama sonunda bir yerde yakalayacağız” dedi. Ben de “Beni yakalayamazsınız” dedim. “Neden?” dedi. “Çünkü siz benim oynadığım oyunu bilmiyorsunuz” dedim. “O ne?” dedi. “Dürüstlük diye bir oyun var, bu size çok yabancı” dedim. Her meslekte ama özellikle bu meslekte dürüst olmak çok önemli. Bana neler söylüyorlar, kızan da var, seven de var ama kimse bana “Bu adam ahlaksız, satılık, şunu yapar, bunu yapar” diyemiyor. Tabii yalan söyleme, karalama niyetinde değilse... O yüzden her meslekte de bu önemlidir ama bizim meslekte özellikle önemli. Dürüst olmak ve dürüst kalmak lazım. Hiçbir şekilde mesleğin sağladığı düşünülen avantajlardan faydalanmamak lazım. Ben bugün popüler olmayan, ünlü olmayan, kaleminin, köşesinin, programının getirdiği güce sahip olmayan insanlardan farklı hiçbir şey yapmıyorum. Ben otomobilimi belediyenin bana vermiş olduğu hakka rağmen otoparka bedava bırakmam. İndirim vardır ama yaptırmam. Hayatta kimseye borçlu olmak istemem. Yıllarca basın kartı almadım. Niye almadım? Çünkü bu basın kartı verildiği zamanlar da indirim vardı. Şimdiki gençler bilmezler, telefonlarda % 50 indirim vardı. Keza uçak biletlerinde de öyle. Otobüs, tren v.s bedavaydı. Ben de şöyle düşündüm; bizim toplumun diğer iş yapan kesiminden ne farkımız var da ayrıcalıklı bir sınıfmışız gibi bütün bu haklara erişelim. Biz, bir siyasetçi ya da başkası böyle özel haklara sahip olunca onları eleştiriyoruz da acaba biz gazeteciler böyle ayrıcalıklara sahip olmalı mıyız?

        REKLAM

        Bu konuda meslektaşlarınız sizi çok eleştirmşti.

        Çok eleştirdiler, “Sen zenginsin, senin tuzun kuru” gibi şeyler de söylediler. Bu, benim zengin olup olmamam meselesi değil. Bir banka veznedarı bizden az mı iş yapıyor? Ya da restoranda çalışan bir garson bizden daha mı önemsiz bir iş yapıyor? Onlar da önemli işler yapıyor. Ben ayrıcalıklı olan her şeye karşıyım. Kişisel olarak karşıyım, mesleksel olarak karşıyım, sınıfsal olarak da karşıyım. Bu yüzden de hayatımın hiçbir döneminde en ufak bir ayrıcalıktan faydalanmak gibi bir şey yapmadım.

        Sizin bu görüşünüzden dolayı basın kartındaki bazı ayrıcalıklar da azaltıldı.

        Evet, ben çok eleştirdiğim için bazıları kaldırıldı. Gazetecilerden çok küfür yedim, biliyorum. Mesele şurada ayrılıyor; İletişim Başkanlığı kuruldu. Senin gazeteci olup olmadığına İletişim Başkanlığı karar veriyor. Eskiden de Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü vardı. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir saçmalık yok. Ben Gazeteciler Cemiyeti’ne de sendikaya da üye olmadım. Niye? Sendika para pazarlığı yapar. Koşullar, eşitlik, adalet, işe göre ücretlendirme... Bunlar ne yapıyor? Oturuyorlar, herkese aynı zam. Kimi çalışıyor, kimi çalışmıyor. Böyle bir şey olmaz. Asla girmedim. Benim gazeteci olup olmadığıma bir devlet dairesi karar veremez. Benim gazeteci olup olmadığıma bir meslek örgütü karar vermeli. Gazeteciler cemiyetine “Basın kartını siz vermelisiniz” diye yıllarca söyledim. Gazeteciler cemiyetinin onaylamadığı, üstünde mührü olmayan bir basın kartı olmaz. Bugün bakın mesela Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’nden İletişim Başkanlığı’na geçti. Birçok gazetecinin çeşitli sebeplerden, ne olduğunu bilmediğim gerçeklerden dolayı basın kartı iptal edildi. Hangi hakla?

        REKLAM

        Gazeteci olmayanların da basın kartı var.

        Aynen öyle. Birçok gazeteci olmayan insanın da basın kartı var. Ben görüyorum, otomobilinin önünde basın plakası var. Eskiden de bunlar kiralanır, satılırdı. Ben hayatım boyunca almadım. Neyse daha tatlı konulara geçelim.

        Hayatınızın bu döneminde kendinizi nasıl hissediyorsunuz?

        Yaşlı... Şimdi 59 yaşındayım. 40 yıldır gazetecilik yapıyorum, 1990’dan beri de köşe yazarıyım. Benimle yaşıt birileri geliyor, bana “Fatih ağabey, ben senin yazılarını okuyarak büyüdüm” diyor. Doğru. Evet, yazılarımı okuyarak büyümüş olabilir ama o yazıları yazarken ben de çok büyük değildim. Benden 4 - 5 yaş küçük belki ama beni çok yaşlı zannediyor. Beni Güneri Cıvaoğlu, Ertuğrul Özkök yaşlarında zannediyorlar. Çünkü neredeyse onlarınkine yakın bir süredir yazarlık ve gazete yöneticiliği yapıyorum. O yüzden de beni ihtiyar sanıyorlar.

        O algı, çok genç yaşta başarıya ulaştığınız için oluşuyordur.

        Başarıya ulaşmak, popüler olmaksa doğru. Çok genç yaşta popüler oldum. Çok genç yaşta gazeteci olarak adım duyulmaya başladı. Çok genç yaşta gazete yöneticiliği ve köşe yazarlığı yaptım. Bu sebeple “Bu adam 40 senedir hayatımızda olduğuna göre 30 yaşında da işe başlamış olsa, mesleki olarak da tanınır hale gelmiş olsa demek ki 70 yaşında” diyorlar. Ben daha genç yaşta mesleki olarak tanınır hale gelmiştim o yüzden de zannedilenden biraz daha gencim. Sonuç olarak kendimi çok iyi hissettiğim bir yaştayım. Zaten beni tanıyan gazeteci arkadaşlarımız bilir, çok müdanasız biriyim. Ne patronlara, ne okurlara, ne siyasetçilere... Kimseye çok müdanam olmadı. Bugün o müdanasızlığımın artık doruklarındayım. Doruklarında derken, kendimi, ağzıma geleni herkese söyleme hakkına sahip hissediyorum.

        REKLAM

        Bu çok rahatlatıcı bir durum olmalı...

        Rahatım. Kim bana bir şey dese, “Hadi” deyip geçiyorum. Mesela; bir akşam saat 1,5 falan, beni bir bakan aradı. O zamanın önemli bakanlarından biriydi. Gece saat 1,5… Ben de yatmışım. “Herhalde bir şey oldu. Gece saat 1,5’ta kimse kimseyi aramaz” dedim. Açtım telefonu, bir hanımefendi, “Fatih Bey, iyi akşamlar” dedi. “İyi geceler hanımefendi” dedim. “Sayın Bakan’ı bağlıyorum” dedi. “Hanımefendi, bağlamayın, bu saatte bakanla konuşacak halim yok herhalde” dedim. Beni dinlemedi ve bağladı. Açtım, sayın bakan karşımda ve bir şeyler anlatmaya başladı. “Sayın bakan, kusura bakmayın saat 1,5. İnsanların medeni bir şekilde aranacağı saat değildir, beni bu saatte rahatsız etme hakkına sahip değilsiniz” dedim ve telefonu kapatıp uyudum. İlginç olan şu; bakan bey ertesi sabah beni aradı. “Fatih Bey çok özür dilerim, ben saatin farkında değildim, haklısınız” dedi. Bu iyi bir şeydi bence ama herhalde o sırada pek kimse bunu yapmaz. Emin ol ki o sırada beni arayan başbakan ya da cumhurbaşkanı da olsa benim için fark etmez. O saatte medeni bir insan medeni bir insanı normal koşullarda aramaz. Çok acayip bir şey olmuştur, alarm durumu vardır. O zaman elbette ki aranır. Gece saat 1,5’ta “Şu yazınızı okudum da” diye aranmaz. Böyle bir müdanasızlığım oluştu. Bazıları buna kabalık, bazıları da egoistlik diyor. Benim egoist olmadığımı en iyi siz bilirsiniz, benim egoistlikle uzaktan yakından alakam yok. “Aman ne yaparsa yapsınlar, ne derlerse desinler, bu saatten sonra ne olacak ki?” havasındayım. Mesleki olarak kendimi çok iyi hissediyorum. Hiçbir hırsım yok, hayat boyu da olmadı. Dışarıdan bakanlar beni çok hırslı zannederler ama ben asla hırslı değilim. İşimi iyi yapma isteği her zaman olur ama aman o koltuğa da oturayım onu da yapayım gibi isteklerim hiçbir zaman olmadı. Tam tersine oturduğum koltuklardan çok kolay kalktım. Hatta o koltuklara oturmamak için de hep aman dedim.

        Köşe yazarlarının az okunduğu bir dönem olduğu söyleniyor. Sizin köşe yazılarınız ise Google’da hep çok arananlar listesinin başlarında. Neler hissediyorsunuz?

        Doğru, köşe yazarları az okunuyor. Bizde de, dünyada da bu trend var ama bizde dünyadakinin de ötesinde. Aslında gazeteler az okunuyor. Bundan 15 sene önce hatırlayacaksın, 2006 senesinin ikinci yarısında ben Sabah Gazetesi’nin yayın yönetmeniydim. Hürriyet Gazetesi ve Sabah Gazetesi günlük ortalama 550 bin satıyorlardı. Hafta sonu Hürriyet ve Sabah Gazeteleri 1 milyon 100 binin üzerinde tiraj yapıyorlardı. Bugün bu gazetelerin tamamının bir haftalık toplam tirajı o zamanki sadece bir gazetenin bir günlük tirajına erişmiyor. Hürriyet Gazetesi bugün 20 bin civarı satıyor. Ben bunu daha önce söylediğimde Hürriyet Gazetesi beni dava etmeye kalkmıştı ama daha sonra rakamlı kanıtları sununca davadan vazgeçtiler. Biliyoruz ki bugün gazetelerin en kabadayısı 20 - 30 bin civarında satıyor. Tirajı gerçek olan tek gazete bildiğim kadarıyla Cumhuriyet Gazetesi. Bu durumun tek sebebi de medyaya olan güvenin sarsılmış olması.

        REKLAM

        Tirajların düşmesinin nedeni sadece dijitalleşme değil, değil mi?

        Bu işin dijitalleşmeyle hiç alakası yok. Niye? Şöyle düşün; ABD ve İngiltere medyanın güçlü olduğu devletlerdir. Biz ABD'den daha mı dijitaliz? Biz İngiltere’den daha mı çok dijitalleştik? Bugün dünyada dijitalleşmede bir numaralı ülke ABD’dir. İki numara da Çin’dir belki ama Çin’de haber anlamında çok sansürlü bir dijitalleşme var. ABD’de tirajlar azalmıyor, artıyor. ABD’de 20 sene öncesine göre tirajlarda bildiğim kadarıyla % 20 - 25 civarında bir artış var. Yani ABD’de gazete tirajları 1997 yılına kadar geriledi, o günden bugüne belli oranda artış içerisinde. Fransa’da satıyor, İngiltere’de satıyor. Türkiye’de bu hale gelinmesinin temel sebebi gazetelerin aşırı yandaş olmasıdır. Kimisi muhalefete, kimisi iktidara. Özellikle iktidara yakın olanların tamamen gündemden kopuk ve başka maksatlarda kullanılıyor olması gazetelerde çok büyük bir sıkıntıya sebep oldu.

        Bir de ziyadesiyle tembelleşme varmış gibi hissediyorum.

        Kimse çalışmıyor ki. Çünkü haber bulmak artık iyi bir şey değil. Eskiden bir gazete şöyle çıkardı; ‘Bugün ne yaparız da gündemi değiştiririz?” Bugün ise bir gazete şöyle çıkıyor; “Aman bir şey yapmayalım da gündem olmayalım.” Aynı şey yazarlar için de geçerli. Eski yayın yönetmenleri, yazarlarından ya da muhabirlerinden ortalığı sarsacak bir haber getirmesini isterdi. Bugün haber getirmemesini istiyorlar. Çünkü haber getirirse ve onu basarsa bir bela olacak, basmazsa da muhabirine karşı utanç duyacak. Muhabir de görüyor bunu ve haber peşinde koşmuyor zaten. Yazar, haber peşinde koşmuyor. O zaman da paldır küldür aşağı gidiyor. Bugün bakarsan ben ve birkaç kişi, toplamda üç yazar var ki Türk basınının yazarlarının tamamını toplarsan bu üç yazar kadar okunmuyor. Durumum şahsi olarak iyi ama şahsi olarak iyi olması medyanın bir felaket durumunda olduğunu ve basından duyduğum rahatsızlığı da ortadan kaldırmıyor. Çünkü bir meslek ya hep beraber yükselir ya hep beraber çöker. Sonuçta biz hep beraber çöküyoruz. O yüzden benim çok okunuyor olmam çok bir mana ifade etmiyor.

        REKLAM

        Ben bir de şunu gözlemliyorum; örneğin Galatasaray - Fenerbahçe maçı oynanmış. Dijital yayınlarda okuyoruz, televizyonda izliyoruz. Ertesi gün gazetelerde aynı haber çıkıyor. Özel haber üretmekte, olaylara, gelişmelere farklı bakmakta büyük sorun var.

        Mesele o. Dijitalleşmeyle beraber gazetelerin biraz değişim yapması gerekiyordu. Biz Habertürk’ü yaparken bütün organizasyonu buna göre yaptık. Biz rakibimizi diğer gazeteler değil, dijital olarak gördük. Hatırlarsan birinci ayın sonunda 400 bini aşan bir tiraja ulaştık. Çünkü rakibin dijital. Bu yüzden de dijitalde yapılamayan şeyleri yapmak lazım. Eskiden haber almak için ya TRT’nin ajansını dinlerdik ya da gazetelerden bir haber gelecek diye ertesi gün sabahı beklerdik. Bugün öyle değil, bugün cep telefonunu çıkardığın anda bütün dünya sende. Dünyanın neresinde ne varsa bütün haberler burada ama bunun üstüne sosyal medya da eklenince bir haber bolluğu oluştu. Haberler ne kadar doğru? Bu haberler ne kadar güvenilir? Bu haberlerin önünde, arkasında ne var? Bu haberlerin manası ne? Birkaç sene önce İspanya’daki bir dijital konferansta konuşmacıydım, orada anlattım. Bugün artık gazeteciler ve gazete yöneticileri olarak bizim yapmamız gereken şeyler var. Ben buna bir isim koydum; ‘Haber küratörü’... Bugün bir sanatçının sergisi yapılacağı zaman bir küratör, hangi eserlerin, hangi düzen içerisinde, nerede, nasıl, hangi fon önünde sergileneceğine, hangilerinin sergiye dahil olup hangilerinin olmayacağına karar veriyor. Bu bir müze olabilir, bir sanat sergisi olabilir, tarihi eserlerle ilgili bir sergi olabilir. Bugün de bizim bunu yapmamız gerek. Güvenilir haberi bulmak, seni izleyen okur kitlesinin veya izleyici kitlesinin talebi olan veya ilgisini çekebilecek haberleri bulmak, bunları sağlıklı ve okumaya değer bir biçimde bir araya getirmek gerek. Çünkü çok haber var. Mesela; Sedat Peker 1 milyon tane şey söylüyor. “Hangisi doğru? Neyi neden söylüyor? Veya neyi neden söylemiyor?” gibi bütün haberlerin içerisinden onları elemek, niyesini ve arka planını bulmak. 5N 1K’nın dışındaki arka planı bulmak ve bunu okura yollamak. İkincisi yorumculuk; haber var ama bunu da doğru yorumlamak lazım. Orada da yorumcular devreye giriyor. Yorumcu orada güvenilirlik vesilesi. Bu yorumcu haberleri hakikaten okur lehine ve kendi bilgisi doğrultusunda yorumluyor ve sana anlaşılır bir hale getirmeye mi çalışıyor? Yoksa bir çıkar grubunun, bir siyasi partinin, bir iş dünyasından birinin lehine mi yapıyor? Okur, “Bu adam bunu şu parti için yapıyor zaten ben bunu biliyorum” dediğinde, gitti. Mimlendiğinde bitti zaten.

        ‘Fatih Altaylı ile Bire Bir’e gelelim. Sizin için farklı bir program mı? Programa farklı bir halde mi hazırlanıyorsunuz?

        Bu program şöyle çıktı; normalde benim bu programı yapmam hakikaten abesle iştigal mi diye düşünüyorum. “Niye?” dersen, bir tarafta gazetecilik, çok ciddi işler, diğer tarafta da magazin konuları var. Fakat beni tanıyan gazeteci arkadaşlarım bilir ki ben gazetenin magazin bölümüne de son derece önem veririm. Niye? Siyasi haberleri gazete okurlarının 10’da 1’i okurken magazin haberlerini gazete okurlarının % 200’ü okur. Bizim en hatırlanan haberlerimiz genellikle magazin haberleridir. Siyasi haberlerin de bazıları hatırlanır ama magazin hep çok daha etkili olmuştur. O yüzden ben magazini severim, izlerim ve bilirim. Tabii bugün televizyonlarda sabah kuşaklarında yapılan o rezilliği söylemiyorum, o başka bir şey. Ben evrensel anlamdaki magazinden bahsediyorum. Siyasetin magazininden, sanat, kültür, sinema, televizyon alanındaki magazinden bahsediyorum. Meraklısı ve heveslisiyim ama tabii kavram karmaşası açısından benim böyle bir programı normal şartlarda yapmamam lazım. Bloomberg HT yönetimi benden yıllar önce bir spor programı yapmamı istemişti. Spor; yöneticiliğini yaptığım, bildiğim, Galatasaray’dan ötürü futbol ve diğer branşları yaptığım bir alan. Zaten mesleğe de spor yazarı olarak başladım. Türkiye Otomobil Sporları Federasyonu’nda görev aldım, FIA’da görevim var, o yüzden yabancısı olduğum bir iş değil. Çeşitli federasyonların çeşitli spor dallarını iyi bilirim. Onu yapıyordum fakat bir süre sonra şunu gördüm; Türkiye’de spor denilince akla futboldan başka bir şey gelmiyor. Biz orada okçuluktan, eskrimden, tenisten bahsediyorduk. - Tabii orada da komik şeyler oluyordu, sorarsan o komik şeyleri anlatırım - Seviye o kadar kötü ki birinden başlıyorsun ertesi gün çamur şevket gibi birtakım adamlar konuşmaya başlıyor. Onların diline düşeceğine bataklığa düş daha iyi. Sonra Bloomberg HT’ye “Benim ne işim var bunlarla, ben kalkıp da birbirlerine su fırlatıp küfreden sözde programcılarla aynı ligde oynayamam. İyisiniz, hoşsunuz, ben de bu programdan gerçekten keyif alıyorum ama muhatap olmak zorunda kaldığım insanlardan memnun ve mutlu değilim. O yüzden ben bunun içinde olmak istemiyorum” dedim. Onlar da sağ olsunlar saygı gösterdiler. Sonra “O zaman sen bize başka bir şey yap” dediler. “Zaten bir sürü şey yapıyorum, ne yapayım?” dedim. Önce yemeğe merakımı herkes bildiği için “Yemek programı yapar mısın?” dediler. “Yemek programı yapabilirim ama buradaki işlerim, diğer programlar... Ben bunu senede 10 - 15 kere ancak yaparım” dedim. “O zaman ‘talk-show’ yap” dediler. “Nasıl yapacağız?” dedim. “Sanatçılar gelecek gidecek” dediler. Ben de “Fazla uğraşamam, orkestra, dans falan bunlarla. Ben gelir onlarla konuşurum, geyik yapmayı da severim” dedim. “Tamam” dediler. İyi bir yapımcı ekibi ayarlandı ve başladık. Çoğu zaten yıllardan beri tanıdığım, televizyon yöneticiliği yaptığım için zaman zaman beraber çalışmış olduğumuz insanlar, magazinden tanıdığım insanlar, bazıları arkadaşım. Öyle bir şey yaptık, bir yandan sanatçılar, bir yandan şarkıcılar bir yandan aşçılar, kendimize göre bazı şeyler yapmaya çalışıyoruz. Belki zamanla değeri anlaşılır belki de anlaşılmaz. Keyif aldığım, eğlenceli bir iş.

        REKLAM

        Bir gazetecinin yapıyor olması da ayrıca değerli.

        Bunu dünyada da gazeteciler yapıyor.

        Bizde pek öyle değil.

        Evet bizde çok öyle değil. Mesela Charlie Rose gazetecidir veya Larry King gazetecidir. Dünyanın her yerinde bu işleri gazeteciler yapar. Ama tabii direkt o ‘stand-up’lı ‘talk-show’lar ayrı bir şey, onları dünyanın her yerinde farklı isimler yapıyor ama benimki ‘Tonight Show’ değil, daha çok Chralie Rose’un yaptığı türden bir şey.

        Az önce "Sorarsan anlatırım" dediğiniz o komik olaylar nedir?

        Bir gün Formula1’den bahsediyorduk. Bilenler bilirler, Motor Sporları Federasyonu yöneticiliği yaptım. Formula1’in Türkiye’ye gelmesinde ilk gününden beri, ilk toplantıdan beri işin içerisindeyim ama tabii çoğunluk bunu hiç bilmiyor. Bir gün spor programında Formula1 ile ilgili bir şeyler anlatıyorum. Bir baktım sosyal medyada sözde Formula1 meraklılarının bana söylemedikleri kalmamış. “Sen Formula1’den ne anlarsın? Sen kimsin? Hayatında araba mı gördün?” Falan filan neler diyorlar. Güldüm tabii. Bu muhabbetin üzerinden 1 - 2 ay geçti. Türkiye’ye uzunca bir aradan sonra yeniden Formula1 yarışı geldi ve Türkiye’deki hakem Fatih Altaylı olacak diye benim adım açıklandı. Bunun üzerine sosyal medyadan bana bunları yazanlar, “Ağabey, adam hakem olacak kadar biliyormuş, biz sen ne anlarsın dedik” diye kendi kendilerine geyiğe başladılar. Şimdi FIA’nın en önemli komisyonunda tek ve ilk Türk üyesiyim. Millet bilmediği için öyle konuşuyorlar, her konuda öyle oluyor. İlber Ortaylı ve Celal Şengör ile bilim programları yapmaya başladık. Önce Murat Bardakçı ile başladık sonra Murat’a ayrı program yapınca bilim programlarına İlber ve Celal ile devam ettim. “Fatih Altaylı da orada saksı gibi oturuyor, o ne anlar bilimden, o cahil” falan dediler. Sonra mesele “Bir dakika, galiba biliyormuş, onlar kadar biliyormuş” noktasına doğru gitti. Onlara gülüyorum tabii. Çünkü illa herkesin her türlü özelini sergilemek zorunda olduğunu zannediyorlar.

        REKLAM

        Magazinle ilgili hoş bir anınız var mı?

        Magazinle ilgili hiç hoş anılarım yok. Siyasetten başıma gelmedik bir şey kalmamıştır, çok kavga dövüş olmuştur ama magazin haberlerinden özellikle gazete yöneticisi olarak çektiğimi hiçbir şeyden çekmedim. Huzurum kalmadı, gece yarısı evimi ararlar, bazıları tanıdığın insanlardır, ailece görüştüğün insanlar da olabilir. Karını ararlar, Hande beni arar, “Fatih, böyle bir haber varmış galiba beni aradılar” der, “Sen ne dedin?” derim. “Ben Fatih’in işine karışmam” dediğini söyler. “İyi demişsin Hande” derim. Bunlar kadar belalı bir iş olamaz. Mesela; Fikret Orman ile ilgili bir haber vardı. Fikret Orman, Bodrum’un en görünür yerinde tekneyi çekmiş, kucağına bir tane kızı almış. Sen şimdi tekneyi oraya çekersen, kucağına da kızı alırsan gazeteci de bunu çeker. Bunu bastık var ya, Allah Allah... Birincisi, basmayalım diye devreye girmeyen kalmadı. Şimdi ben muhabir arkadaşlarıma ne diyeceğim? Muhabir orada günlerce, haftalarca beklemiş ve o fotoğrafı çekmiş. Ben ona “Ben bu fotoğrafı kullanmıyorum” dersem. Birincisi; çocuğun emeğine çok büyük saygısızlık olur. İkincisi; ben ona ahlâklı bir gazeteci olmayı nasıl öğretirim. O zaman o çocuğun yarın gidip de “Fikret Bey, şu fotoğrafı çektim, 50 bin lira verin, kullanmayayım” demesine ne engel olacak? Çünkü ben edebimle iş yapıyorum. “Gazete bir reklam uğruna beni sattı” demeyecek mi? O yüzden ne yazık ki istesem de istemesem de ben o haberi basmak zorundaydım ve bastım. O güne kadar gayet iyi bir diyaloğumuzun olduğu, yakın arkadaş olmasak da ahbap olduğumuz insanlarla aramız bozuldu. Bir başka haber de Can Dündar’ın bebekte bir kızla olan haberiydi. Haberi ‘Can Boğazdan Gelir’ diye bastık. Can da kıyameti kopardı. Sonra “Bu Fetullah’ın oyunu” dediler. Ne Fetullah’ın oyunu olacak? Böyle bir şey olabilir mi? Orada bir tane gencecik bir çocuk çekti o fotoğrafı. Onu bile zamanında Fetullah’a bağladılar o yüzden magazinden çok çektim.

        Bir ünlü de beni size şikâyet etmişti.

        Ne diye şikâyet etmişti?

        Ayrılık haberi yapmıştım. Sizi arayıp haberin yalan olduğunu söylediler. Sonra iki gün geçmeden ayrıldıklarını açıkladılar.

        Senin öyle, Esin'in de öyle. Esin (Övet) o zaman çok ünlü bir kadınla ilgili ‘Kocasını Aldatıyor’ diye haber yaptı, kıyametler koptu. “Esin diyorsa benim diyecek bir şeyim kalmaz, kız yazmış” dedim. Ne oldu? Boşandılar. Sonra bir daha aynı şey oldu, bir daha yazdılar ama ben her zaman güvendiğim muhabirimin arkasında durdum. Yanılamaz mı? Yanılabilir. Yeter ki kötü niyetli olmasın, bile bile yanlış bir şey yazmasın. Ben muhabirimin, yazarımın arkasında her zaman dururum.

        Biz yine ‘Fatih Altaylı ile Bire Bir’e dönelim. Programın perde arkasını, mutfağını anlatabilir misiniz?

        Benim yaptığım hiçbir işte çok derinlikli bir mutfak yok. Niye? Ben spontane işleri daha çok seviyorum. Uzun süre çalışılmış bir ‘Beyaz Show’ gibi Okan Bayülgen gibi ya da ‘Tonight Show’ gibi bir şey yapıyor olsam muhakkak ki onun bir önceden hazırlığı yapılır. Konuklarla oturup toplantı, programın akışı gibi şeylere hazırlanılır. Ama benimki öyle değil. Benimki senin şimdi benimle yaptığın gibi biraz röportajvari ama zaten çok bilinen insanlar olduğu için o bilinenin dışında biraz daha kişisel hikayeler tarzında bir şey olacak. O yüzden öyle bir derinliği yok.

        REKLAM

        İnsanlar, Fatih Altaylı ile karşısındakilerin kendi evinin salonundaymış gibi sohbet etmesini seviyorlar.

        Bravo, o kadar güzel söyledin ki... İşte onlar evime ya da ofisime muhabbet etmeye gelseler ne yapacaksak hemen hemen onu yapıyoruz. Zaten hepsi değil ama önemli bir kısmı benim tanıdığım, bazıları arkadaşım olan, bazılarıyla zaman zaman bir araya gelmiş olduğumuz, beraber çalıştığımız insanlar o yüzden bir sürü ortak yönümüz var. Orada genellikle kendi aramızdaki geyiği biraz insanların önünde yapıyoruz, biraz ciddi konulara giriyoruz, bazen cıvıtabiliyoruz ama bir hazırlık dönemi yok. Açıkçası ben hiçbir şeye de karışmıyorum. Karışmıyorum derken programın bir yapım ekibi var. Bloomberg HT’nin dış yapım olarak yaptığı bir program. Bir yapım ekibi var, yapım ekibiyle ben haftada bir gün bir araya gelmiyorum, telefonla konuşuyorum. “Fatih Bey, notlar şunlar” diyorlar ben de çok ender olarak ben şu konuğu istemem dediğim oluyor. Sohbetinden zevk almadığım kimseyi buraya çağırmak istemiyorum. Zoraki gelsin de konuşalım olsun istemiyorum.

        Öyle olursa izleyiciler için de hoş bir sohbet olmaz zaten.

        Evet, öyle olursa hoş bir sohbet olmaz. O benden hoşlanmayacak ben ondan hoşlanmayacağım. Çünkü ben kıl bir adamım, benim sevdiğim, sevmediğim insanlar var. Ben genellikle insanları severim ama herkesi de sevmem, bayılmam da. Bir sevgi pıtırcığı gibi dolaşmam. Beni de herkes sevmez, çoğunluk sevmez bazen belki, bilmiyorum. Geçen sene otuzu aşkın program yapmışız herhalde 3 veya 4 kişiye bu olmazsa iyi olur demişimdir. Çünkü kendimi tutmaktan hoşlanmıyorum. O gelirse soracağım bir şeyi veya söyleyeceğim bir şeyi söyleyemeyebilirim. Muhabbet iyi gitmeyebilir. “Onlar bana şunlar şunlar konuk” diyorlar, şahane. Bazen genç sanatçıları tanıyamayabiliyorum. Çünkü eskisi gibi değil. Bu Youtube’dan sonra muazzam bir şarkıcı kitlesi var ve şaşırtıcı derecede iyiler. Adını hiç duymadığım biri geliyor, bu hafta vardı bir kız “Aman Allah’ım o ses ne?” oluyorsun. Zamanında çok rap dinlediğim için bazılarını da biliyorum. Bilmediğim varsa da nedir ne değildir diye bakıyorum. Çocuklar da bir - iki not hazırlıyorlar, genellikle oturuyoruz, konuşuyoruz. Dediğim gibi arkasında ağır bir çalışma falan yok. Genellikle program Çarşamba günleri oluyor, bana da pazartesi ya da salı günü bildirirler. Bazen son dakikada konuk değişikliği oluyor. Mesela; geçen hafta Zülfü Livaneli gelecekti, son dakikada bir seyahate çıkması gerekmiş, inşallah sağlıkla ilgili bir şey değildir. Aradım ama konuşamadım. “Fatih’ten özür dilerim, gelemiyorum. Ben başka bir hafta geleyim” demiş. Zülfü Ağabey gelemeyince bir sonraki hafta için konuştuğumuz Sevil Atasoy geldi. Sevil Hanım’ı yıllardan beri tanırım ve bayılırım. Çok da üst kalitede bir kadındır. O geldi, çok da iyi oldu. Güzel bir karma hazırlıyoruz orada ve sohbet ediyoruz. Şunu gördüm ben; gelen herkes çok memnun ayrılıyor. Şöyle bir şey var; herkes önce bir korkuyor, tanıdıklar bile korkuyor. Mesela; “Fatih Altaylı’nın programına davet ediyoruz” diye birini aradılar. “Son birkaç sene içerisinde yaptığım bütün kabahatler gözümün önünden geçti” demiş. Tabii Bloomberg HT’de olunca reytingler muazzam seyredilen SHOW TV, Fox kanallarındaki gibi değil. O yüzden de program yavaş yavaş ivmeleniyor. Giderek bilinen, giderek duyulan bir şey oldu. Hoşuma giden şu; gelenlerin bir kısmı çok tedirgin geliyor, “Fatih Altaylı arkadaşımız ama televizyonda da benim ağzıma eder mi?” diye bir endişeyle geliyorlar. Sonra eğlenince “Ya bir daha çağırsana” diyorlar. Gelen çok eğleniyor. Keyifli oluyor, çok güzel sohbet oluyor. Çok insan çok severek seyrettiğini söylüyor. Daha şimdi yolda gelirken yalnız yaşayan bir hanım “Çarşamba akşamlarımı neşelendiriyorsunuz, sağ olun” dedi.

        Sağ olun. Ayağınıza, ağzınıza sağlık.

        Sağ ol Mehmetçiğim. Çok teşekkür ediyorum, iyi ki beni ağırladın, seninle sohbet etmek çok güzeldi.

        ÖNERİLEN VİDEO

        BURÇLAR

        Şurada Paylaş!
        Yazı Boyutu

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ

        Habertürk Anasayfa