Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Eğer Yusuf Atılgan komünistlikten “istifa” etmeseydi, İstanbul’u terk edip Manisa’nın Hacırahman köyüne çekilip çiftçilikle iştigal etmeseydi, muhtemelen “Aylak Adam” diye bir roman yazmayacak, böylece Türk edebiyatı bu “pırlantadan” mahrum kalacak, yazarı da günün modasına uyarak “halkı bilinçlendirmek için” birkaç kötü kitap yazıp, kısa süre içinde unutulan birçok yazar gibi unutulup gidecekti.

        *

        Taşradan gelen Yusuf Atılgan’ın İstanbul macerası kısa sürüdü. Balıkesir Lisesi’ni bitirdikten sonra yüksek tahsil için geldi bu şehre, topu topu dört yıl kaldı İstanbul’da, 1944 yılında okulu bitirdi, Akşehir Maltepe Askeri Lisesi’nde bir yıl edebiyat öğretmenliği yaptı ve 1945 yılında “komünizm” belası yapıştı yakasına, tutuklandı, on ay kadar mahpus yattı, salıverildikten sonra öğretmenlik hakkı elinden alındı, o da her şeyi bırakıp köyüne geri gitti, gözden de gönülden de ırak bir çiftçi olarak hayatını sürdürdü 1975 yılına kadar.

        Köye gidişinden itibaren on üç yıl boyunca kimse kendisinden haber almadı, ta ki 1958 yılında Yunus Nadi Roman Yarışması’na “Aylak Adam”la katılıp ikincilik ödülünü alıncaya kadar. Birinci olan Fakir Baykurt ile üçüncü olan Mehmet Seyda’nın romanlarını Cumhuriyet Gazetesi tefrika etti, ancak Yaşar Kemal’in deyimiyle “Toplumcu edebiyatın yönünü bireyciliğe çeviriyor” diye olsa gerek “Aylak Adam”a yüz vermedi gazete, roman 1959 yılında Varlık Yayınları tarafından yayınlandı ve Enis Batur’un deyimiyle bir “alev topu gibi” edebiyat ortamına sessizce düştü.

        REKLAM

        O alev topuna kimse çok uzun süre elini sürmedi.

        Edebiyat mahfillerinde okundu, dost meclislerinde konuşuldu ama Fethi Naci’nin “bunalım edebiyatı” diyerek önemsemediği yazısı hariç kimse hakkında pek bir şey yazmadı, taammüden unutturuldu, romanın ikinci baskısı on beş sene sonra 1975’te yapıldı, tekrar kayboldu, üçüncü baskısı on yıl sonra 1986 yılında yapıldı, böylece Orhan Koçak’ın deyimiyle roman “ölüp ölüp dirildi” ve nihayet son yıllarda 50’den fazla baskı yaparak bir “modern klasik” hüviyetini kazandı.

        “Aylak Adam”ın da, Yusuf Atılgan’ın da kaderini, rahmetli Ömer Kavur tarafından sinemaya aktarılan başka bir romanı, “Anayurt Oteli” değiştirdi. O filmle birlikte Yusuf Atılgan tekrar keşfedildi, “Aylak Adam” tozlu raflardan indi, bir süre sonra da en çok okunan kitaplar listesinde önemli bir yer edindi, listedeki yerini bugün de muhafaza ediyor.

        *

        Lisede öğretmenin Behice Boran’sa elbette yoluna sosyalizm çıkar. Hele sende de o yola bir meyil varsa... Behice Hanım’ın rahleyi tedrisinden geçip fakültede de onun yerine Ahmet Hamdi Tanpınar geçerse, yeme de yanında yat. Üstüne Mihri Belli, cabası...

        “Cadı kazanları”nın kaynamaya başladığı 40’lı yılların başında iki genç, Yusuf Atılgan ile Abdülkadir Pirhasan edebiyat fakültesinin koridorlarında karşılaşırlar. Hemen can ciğer dost olurlar. Fakültenin ikinci sınıfından itibaren askeri öğrenci olarak sürdürürler eğitimlerini. Zabit olacaklar; devrim yapacaklar ya, bu iş askerken daha kolay yapılır herhalde!

        REKLAM

        *

        Onlar mektepteyken Hitler çoktan gemi azıya almış. Bütün dünya bu canavarın karşısında tir tir titriyor. Girdiği yeri yakıp yıkıyor, insanları fırınlara atıyor, bütün dünya ateşte yanan kitap ve ceset kokularıyla dolmuş bir halde inliyor.

        Türkiye de bıçak işlemez kör bir karanlığın içinde. Yönü belirsizdir. Bir tarafından, matbuatta mebzul miktarda bol faşistler çekiyor, bir tarafından faşizmle savaşanlar. Olur da Hitler dünyaya egemen olursa diye iktidar hafifçe faşistlere yanaşmış. Muhalefet diye bir şey, konuşan yanıyor. Vicdanı sızlayanlar, kör kararlıkta bir ışık arıyorlar.

        Sonradan Vedat Türkali adıyla ünlenecek olan Abdülkadir Pirhasan ile Yusuf Atılgan da o ışığı arayan iki gençtir. İkisi de komünist, ama etrafta onlara benzer komünist yok. Herkes yeraltına çekilmiş. Bir parti var, adı TKP... Var, varolmasına da, adresini bilen yok partinin.

        İşte bu iki genç, ceplerinde aradıkları adresle yakalanırlarsa oracıkta infazı göze alarak yeraltındaki o partiyi armaya başlarlar.

        *

        Bu arayışın otuz iki kısım tekmili birden macerasını Vedat Türkali devasa romanı “Güven”de etraflıca anlatır. “Güven”in başkahramanı Turgut, Vedat ile Yusuf’un karışımıdır. Yazar kendisi ile arkadaşını tek bir karakterin içinde eritmiş. Ama yazara göre “daha çok Yusuf’tur.”

        “Güven”, aslında güvensizliğin romanıdır. O korkunç karanlığın içinde “kurtarıcı” olarak aradıkları TKP’nin aslında pek öyle matah bir “kurtarıcı” olmadığını anlatır bize.

        REKLAM

        Yazarın tam on yılını almış bu roman. 90’lı yılların başında romanı yazmak için Vedat Türkali İngiltere’ye gitti, on yılda romanı yazıp memlekete döndü. Yayıncısı, “başım devletle belaya girer” diyerek romanı basmaktan vazgeçti, oysa solcu yayıncı başının “devletle değil de daha çok TKP’lilerle belaya girmesinden” korkmuştu; daha doğrusu “linçten” korkmuştu.

        En büyük linçi, hep linçe karşı olduğunu söyleyenler yapar bu memlekette çünkü!

        *

        Vedat Türkali’nin anlattığı “güvensizliği” askeri mektepte beraber edebiyat öğretmenliği yaptığı, beraber “parti arayışına çıktığı” en yakın arkadaşı, yoldaşı Yusuf Atılgan’ın bazı davranışlarında hissetmiş. Yusuf hapishaneden çıktıktan sonra Vedat Türkali’ye soğuk davranmış, onunla ilişkisini sınırlandırmış. Hatta tam tersine, karşıt görüştekilere yanaşmış, daha çok onlarla görülmeye özen göstermiş.

        Sebebini bir Yusuf biliyor ve bunu kimseye anlatmıyor. Oysa hikaye çok hazindir. Sorgu sırasında karar vermiş buna. Beraber yargılandığı “zayıf” bir arkadaşının durumunu görünce kararını vermiş. Arkadaşı konuşmuş, diğer arkadaşlarının adını vermiş. Yusuf ise direnmiş, bütün zorlamalarına rağmen arkadaşı Vedat Türkali’nin adını vermemiş. Ama başka bir seferde aynı direnci göstermeyebilir. Sonuçta hepimiz insanız ve her an çözülebiliriz. Bir militanın başına gelebilecek en büyük felaket sorguda çözülmesidir. Ondan sonraki hayatı damgalı eşek hayatıdır çünkü. Adı “döneğe” çıkar, “hain” yaftası takılır boynuna, herkes ilişkisini keser, kimse semtine uğramaz, yalnız kalır ve bir süre sonra ya intihar etmek zorunda kalır, ya da yalnızlıktan ve kahrından ölür.

        Yusuf Atılgan böyle bir duruma düşmemek için kendince en kolay ve en etkili yolu bulur.

        Komünistlikten istifa edip gözden kaybolmak!

        Öğretmenlik hakkı elinden alnınca böyle yapar; köyü Hacirahmanlar’a geri döner, izini kaybettirir, sıradan bir köylü olarak yeni bir hayata başlar.

        REKLAM

        “Güven” romanında Vedat Türkali’nin Turgut’u “güvensiz” bir tip olarak çizmesinin sebebi budur işte.

        *

        1950 yılında yayınlanan Mahmut Makal’ın “Bizim Köy” kitabı Türk edebiyatının yönünü değiştirdi, “toplumcu gerçekçi edebiyat” adı altında bir “köy romanları” akımını başlattı. O tarihten itibaren köy romanı yazmayan yazara, kimse kız vermez oldu. Köycülük her şeye egemen oldu, hayatında köy görmemiş şehirli çocuklar, köy özlemini çekmeye başladı. Edebiyat demek, köy romanı demekti artık.

        Yusuf Atılgan, köyde yaşadığı halde bu akımdan uzak durdu. Eline kalemi aldığında, kendi köyünde yaşadıkları yerine, İstanbul’da geçirdiği “bohem” yıllarını esas alarak, “geçim sıkıntısı olmayan birisinin de sıkılabileceğini” anlatan bir roman yazmaya başladı. Akranları şehirde oturup köyü yazarken, o köyde oturup şehri yazmaya başladı.

        Yazdığı romanını da 1958 yılında Yunus Nadi Roman Yarışmasına gönderdi.

        Bu yarışmada ikincilik ödülünü alınca kendisiyle bir röportaj yapan Selmi Andak’ın “Neden köy romanı yazmadınız?” sorusuna şu cevabı verdi:

        “Ben köylüyüm, fakat benim için köy romanı daha çok olgunluk ve kültürel bir mesele gibi geliyor. Buna rağmen çoktan beri kafamda bir köy romanı olgunlaşmaktadır. Bunun alışagelmiş köy romanlarından bambaşka bir tarzda olmasını düşünüyorum ve buna gayret edeceğim.”

        *

        “Aylak Adam”ın bir “mücevher” olduğunu keşfeden az sayıda aklı başında insanlardan birisi de o sırada Ankara Konservatuarında okuyan Serpil Gence adında genç bir kızdır. Bir yolunu bulur ve yazarın adresine ulaşır, ona yazmaya başlar. 14 sene boyunca mektuplaşırlar. Bu arada Yusuf Atılgan köyünde birisiyle evlidir. Boşanır, mektuplaştığı kızla İstanbul’da buluşur. Tıpkı “Anayurt Oteli” romanında “gecikmeli Ankara treniyle” gelecek olan kadını bekleyen kahramanı Zebercet gibi sabreder, Serpil Hanım’la evlenir, tekrar İstanbul’a yerleşir.

        REKLAM

        Beraber parti arayışına çıktıkları, beraber tutuklandığı, beraber öğretmenlikten atıldığı, tutuklanırsa adını vermemek için “komünistlikten istifa” etmek zorunda kaldığı en eski arkadaşı Vedat Türkali’yle, yıllar sonra bu şehirde, Beyoğlu semtinde tekrar karşılaşır.

        Sarılırlar birbirine. Vedat Türkali romanını okuduğunu söyler ona. O da heyecanla, nasıl bulduğunu sorar. On beş yıl sonra karşılaştığı arkadaşının sorusuna şu cevabı verir Türkali:

        “Benim tanıdığım iki Yusuf vardı, galiba biri ötekini öldürmüş. Benim bildiğim Yusuf öyle yazmazdı.”

        “Nasıl yazsaydım?” diye sorar Atılgan, “Kemal Tahir gibi mi yazsaydım?”

        “Yok” diyor Vedat Türkali, “Eski Yusuf gibi yazmalıydın!”

        Bütün konuşma bu. Ayrılırlar. Vedat Türkali “Komünist” kitabında bu karşılaşmanın üzücü bir karşılaşma olduğunu, kendisini sarstığını söyler.

        Ölünceye kadar, uzun hayatı boyunca hep ilk günkü inancıyla “komünistliğini” muhafaza eden Vedat Türkali’ye göre, Yusuf Atılgan “eski Yusuf gibi yazmadığı” için “üstün yetenekleri heba olmuş bir insandı.”

        *

        Yusuf Atılgan az yazdı, çok bilindi. Çok az görüldü ama varlığı hep hissedildi. Ona göre edebiyat bir yetenek yarışması, ünlü olmanın aracı değil, edebiyat olduğu için yapılmalıydı.

        Hayatının ikinci kısmında, sevdiği kadınla evlendikten sonra Kadıköy Moda’da en eski arkadaşı Vedat Türkali’yle komşu oldu.

        Kızdırmak için ona “Kadir” diyerek “şapkalı a” ile seslendi.

        Sanki Edip Cansever “Çağrılmayan Yakup” şiirinde onu anlatmıştı:

        “Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup

        Bunu kendine üç kere söyledi

        Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar

        O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım

        Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli

        Daha hiç çağrılmadım

        Biri olsun ‘Yakup!’ diye seslenmedi hiç

        Yakup!

        Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım

        Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim

        Ceplerimdeki eskimiş kağıt parçalarını atayım

        Sonra bir güzel yıkanayım da.

        Ben size demedim mi.

        Evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum

        Sanki böyle niye ben oradan geliyorum

        Telaşlı, aç gözlü kurbağalara

        Bakmaktan

        Bilmiyorum

        Bilmiyorum, bilmiyorum

        Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup

        Bazen karıştırıyorum.”

        (.....)

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar