Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Walter Benjamin, ünlü “hikâye anlatıcısı” makalesini yazdığında Paris’te henüz Nazi işgali yoktu. Oradaki bazı kavramlar, hâlâ birçok şeyin açıklar; mesela “Aura” yani “hale”... O günlerden beri “hikâye anlatıcısının” akıbeti de kültür tarihçilerinin en merak ettiği şey.

        Benjamin’e göre “enformasyon” hikâye anlatıcısının pabucunu dama attığından beri, asri zaman hikâyecileri artık başı sonu belli olmayan şeyler kurguluyor, hikâye diye onları anlatıyorlar. Benjamin, Nazilerin eline düşmektense zehir içip canına kıydığından beri, neler değişti neler... Yine de “hikâye anlatıcısına” dair yazdıklarını her okuduğumda, aklıma hep Yavuz Turgul gelir. Hani yeni filmi “Yol Ayrımı” sinemalarda gösterilen, Cumhurbaşkanı’nın sinemada 2017 büyük ödülüne değer gördüğü Yavuz Turgul...

        Perdede anlattığı her hikâye, seyredeni saran bir “hale” yaratıyor baştan beri. “Hikâye anlatıcısı öldü” denilen bir çağda, bize aynı hikâyeyi değişik şekillerde anlatma becerisini gösteriyor, hep biraz daha şaşırtarak.

        Kadim zamanların hikâyecileri, karşılarına dinleyicileri alıp anlatmaya başladıklarında, neyi anlattıklarını biliyorlardı. Hikâyelerinin başı sonu belliydi. Asri zamanlarda bu gelenek bozuldu. Artık alıcısını kurgulamıyor. Kendine anlatıyor derdini. Bunun üstesinden bileğinin hakkıyla gelene de sanatçı diyoruz.

        Mesela Turgul, bir resme bakıp o renk denizinin içinde alakasız, bir sazlıkta bir ceset arayan birini görebiliyor. Ve o adamın peşine düşüp “Av Mevsimi”ni yapıyor. “Muhsin Bey”in içinde, kahramana komşu iki eski zaman komedyenini alıp ondan yeni bir hikâye üretebiliyor. Olmadı, sevda ile hayatı çarpıştıran, hangisini tercih edeceğine çoktan karar vermiş bir eşkıyayı İstanbul’un damlarında dolaştırıyor; çünkü daha önce damlarda gezinen hırpani kılıklı bir adam takılmıştı aklına.

        Yani hep “esaslı düşünceleri” olan, ama hiç hayata geçiremeyip önce en yakınındakileri kaybeden, tanıdığımız, belki akrabamız, belki komşumuz olan, hepsi “saklı bir yara” taşıyan, “aşkını susan”, kendini fasıla vuran, kimisi artık hayatımızda olmayan bir şarkıya, kimisi yanık yanık karanfil kokan bir türküye müptela adamların, kadınların hikâyelerini anlatıyor. Yanına zaman zaman gümüş tütün tabakalarını, kehribar tespihleri veya her taşından gözyaşı damlayan bir gerdanlığı da katarak mesela... Yani eşyayı...

        ROMAN YAZSAYDI...

        Peki neden halesi hemen ruhumuzu sarar Turgul’un hikâyelerinin? Çünkü hikâyenin kahramanı ne hissediyorsa, filmi izlerken aynı şeyi hissediyoruz da ondan. “Modern hikâye anlatıcısı”nın maharetinden... Her şeyden önce bize bu hikâyeleri anlatan, bir yönetmenden çok bir yazar. Bunu o derece biliyor ki hikâye kâğıda yazılıp bitirildiğinde tek bir kelime fazla değil, atılamaz. Bir senaryo fikri tek bir cümleye sığıyorsa, ondan iyi bir senaryo çıkar. Bunu da en iyi o biliyor. Senaryo yazmak, muhayyel bir hayat kurmaktır çünkü. Gerçek hayatta kendimize bir hayat kurarız ya, öyle. O yüzden Turgul peş peşe film yapmıyor. Kolay mı bir hayatı baştan sona kurmak!

        Walter Benjamin, insanların “ortak duygularını” çoktan kaybettiğini söylüyor. O yüzden “Ne kendimize, ne başkasına verecek aklımız yok artık” diyor! Bunu bile bile, hâlâ kör gözüme parmağın, bize “ders” veren, bir ideolojinin, bir siyasi fikrin su yolunda yürütmeye çalışan, o yüzden zamana karşı mecalsiz, büyük laflar eden, slogana bulanmış kıymetsiz bir yığın şeyi yıllarca sanat diye pazarladılar.

        Sürünün dışına çıkanlara da “halktan kopuk, burjuva sanatçısı” diye burun kıvırdılar. O eleştirilerden Turgul da payını aldı. Oysa o ne yaptığını çok iyi biliyordu. Hikâye kurmak; barikat kurmak, hendek kazmaktan zordur, farkındaydı. Roman yazsa Hasan Ali Toptaş gibi yazar, şair olsa Gülten Akın gibi söyler, müzisyen olsa Neşat Ertaş gibi çığırırdı.

        Nişantaşı’nda doğup büyümüş ama daha çok Urfalıya benziyor. Perdenin gerisinde, oradan bize bakıyor, müstehzi... Sanki içimizi okuyor. Bizi dikizlemesinden önce rahatsız oluyoruz sanki, bir süre sonra büyük bir iyilik yaptığını anlıyor; gülüyor, ağlıyor, rahatlıyoruz.

        Yavuz Turgul, kaybettiğimiz bir dünya olduğunu gösteriyor ama hiçbirimizi o dünyanın yasını tutmaya çağırmıyor. Hepimizin yaşamak gibi ciddi bir işi var çünkü!

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar