Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Lübnan kökenli Fransız yazar Amin Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”dan 10 yıl sonra yeni bir roman yazdı. Fransızcası “Beklenmeyen Kardeşlerimiz,” Türkçe’ye ise “Empedoklesin Dostları” (YKY) olarak çevrildi. M.Ö. 400’lerde Antik Yunan’da yaşayan Empedokles adlı filozofun etrafında dönen efsaneden bir çıkış yakalamış Maalouf ve onun “dostlarını” günümüz dünyasına getirmiş “kurtarıcı” olarak. Romandaki dünyanın hali, tıpkı 20 yılda yazdığı üç denemesinde anlattığı gibi pek iç açıcı değil. Zaten Maalouf’un derdi de bu: İnsanlığı, giderek yaklaşan çöküşe karşı uyarmak. Roman hem bir ütopya hem de distopya bence. İçinde ölüm de var, ölümsüzlük de; aşk da var, yalnızlık da.

        Habertürk TV’de de yayınlanan söyleşimizde bütün bunları konuştuk Amin Maalouf’la. Eski söyleşilerimizi de anarak, onun hayata bakışını, yazarlık serüvenini ve günümüz dünyasına ilişkin fikirlerini dinledik. İşte söyleşimizin birinci bölümü…

        Amin, Paris’te pandemide neler yaşanıyor?

        Pek bir şey yapamıyoruz. Neredeyse aylardır evden çıkmadım. Bir yıldır bir kapanmadan diğerine gidiyoruz. Şimdilerde saat 18.00’den itibaren sokağa çıkma yasağı var. Haftada iki kere dışarı çıkıp mahallemde yürüyorum. Bazen 20 kilometre uzaktaki anneme gidiyorum.

        REKLAM

        Annenin hasta olduğunu söylemiştin…

        Annem çok yaşlı, 100 yaşında. Birkaç hafta önce yere düştü. Hem o hem de tüm aile zor zamanlar yaşadı. Şimdi sağlığı iyi, doktorlar gidip geliyor ama yaşlı işte...

        Sana aşı yaptılar mı?

        Fransa’da aşılar başladı ama çok hızlı gitmiyor. İlk etapta 65 yaş üzeri aşılandı. Yani sıra bana gelmedi daha. Yavaş ilerliyor ama ilerliyor.

        Salgın bahsine döneceğiz, şimdi “Empedokles’in Dostları” kitabına gelelim. 10 yıl sonra yeni bir roman yazdın. Ama konu aslında “Ölümcül Kimlikler, Çivisi Çıkmış Dünya, Uygarlıkların Batışı” üçlemende olduğu gibi insanlığın ve medeniyetin içinde bulunduğu tehlike… Çözüm bu kez “Beklenmeyen Kardeşlerimiz”den, bir anlamda bu dünya dışından geliyor. Bu romanla yine dünyanın önündeki tehlikeye mi dikkat çekmek istedin?

        Bu bir roman olsa da, son dönemde yazdığım denemelerin ruhuna uygun olduğu doğru. Özellikle de “Çivisi Çıkmış Dünya” ve “Uygarlıkların Batışı”na. Bir süredir dünyanın kötü gittiğinden, büyük bir krize sürüklendiğinden kuşkum kalmadı. Bugün zaten bir kriz yaşıyoruz ama salgından bağımsız olarak da dünyanın kötüye gittiğine inanıyorum. Birkaç yıldır bunu izah etmeye, uyarmaya çalışıyorum. Bu kitapta dünyayı büyük bir krizin eşiğinde ve nükleer tehlikeyle karşı karşıya hayal ettim. Ve birilerinin gelip bizi yıkımdan kurtardığını düşündüm. Biraz mucizevi ve şaşırtıcı olduğu doğru. Ama benim temelde anlatmak istediğim şey, insanlığın kendinde, kendi tarihi ve düşüncesinde krizi aşmak için gerekli unsurları ve çözümü bulabileceğiydi. Kitap her ne kadar bir çeşit mucize meseli olsa da aslında niyeti temel olarak insancıl ve evrensel.

        Kitabını okuduğumda “Amin artık bizi kendimizin kurtaramayacağını, bunu ancak uzaylıların veya başka canlıların yapabileceğini söylemek istiyor” diye düşündüm.

        Bu yorum da yanlış değil. O kadar kötü gidiyoruz ki bizi sadece bir mucize kurtarabilir. Bu romandan çıkarabileceğimiz diğer ders de şu: “Mucizenin başka bir dünyadan gelmesi gerekmiyor. Kendi tarihimizde ve insanlığın macerasında gerekli ilhamı ve krizi aşmamızı sağlayacak, Titanik’in batmasına yol açan buzdağını engelleyecek şeyi bulabiliriz.”

        Amin Maalouf
        Amin Maalouf

        “MÜCADELE ETMEMİZ GEREKEN ŞEY ÖLÜM”

        Bence romanının hem bir ütopya hem de distopya. Ütopya “yok yer” demek. Distopya ise onun karanlık hali. İkisinin birbirine bu kadar yakın olması garip değil mi? Aradaki ince çizgiyi çizen de insanlığın kendisi herhalde…

        Çok doğru bir saptama bu. Hem ütopya var hem de distopya romanda. Öncelik verilen ve büyük oranda benim Empedokles’in Dostları adını verdiğim kişilerce sahiplenilen değerlerde ütopya var. Bunun biraz mucizevi, biraz da öngörülmez şekilde yaşanmasında da distopya var. Demek istiyorum ki, elimizdeki verilerle, bugünün dünyasının gerçekleriyle kendimizi kurtaramayız. Kendimizi kurtarmamız gerçekten çok zor olacak çünkü kötü giden çok şey var ve bunları çözmemiz gerektiği şekilde çözmüyoruz. Ama bir umut parçası da taşıyorum: Belki insanlık ne yaptığını yeniden anlayacak, belki bir irkilme yaşayacak… Aslında sorunları çözmek için yüzyıllardır biriktirdiğimiz tarihsel, bilimsel ve ekonomik her türlü aracımız var. Bugün bizde olmayan şeyse dünyanın sorunlarıyla ilgili gerçek bir bilinç ve onları çözmek için gerçek bir irade.

        İnsanlık kimliklerine, aidiyetlerine çok bağlı olduğu için mi dünyayı anlamıyor? İnsan biraz kendinden uzaklaşsa, başkalarını daha iyi anlar mı? Zira Empedokles’in Dostları böyle değil, kimliklerine vurgu yapmıyorlar ve ideallerinin peşinden gidiyorlar, daha evrensel düşünüyorlar. Belki de bu sebeple çözüm onlardan geliyor.

        Dünyayı farklı insan grupları arasında çatışmaların sürdüğü bu atmosferde yönetmeye artık devam edemeyiz. Bu sadece acınacak ve can sıkıcı bir durum değil, aynı zamanda insanlığın yaşamını da tehlikeye atıyor. Şimdi her şeyden önemli, büyük bir çatışmanın arefesindeyiz. Çin gibi yükselen güçler ve birkaç kuşaktır dünyaya hakim olan ABD gibi güçler arasında olacak bu çatışma. Bunun diğerleri gibi farklı güçler arasında basit bir çatışma olacağını düşünüyoruz ama öyle değil. Büyük risk var. Sahip olduğumuz nükleer, bakteriyolojik, kimyasal araçlara baktığımızda böylesi bir karşı karşıya geliş yok oluşa yol açar. Sorunları bu şekilde yönetmeye devam edemeyiz. Sahip olduğumuz dini, etnik veya başka aidiyetleri uyumlu hale getirmeye mecburuz. İnsanlığın farklı bileşenlerinin uyumlu bir şekilde bir arada yaşamasına ihtiyacımız var. Hep söylenen şu fikir yanlış: “Bu çatışmalar tarih boyunca hep oldu, bundan sonra da olacak, bir şey olmaz...” Hayır, bu yanlış. Bir daha söylüyorum. Bugün elimizde olan yıkım araçlarıyla ve insanlığın artık demografik, iklimsel, ekonomik her planda tamamen kuralsızlaşmış, düzensiz durumu dikkate alındığında bu bir yok oluşa yol açar. Ya hem kendi ülkelerimizde hem de küresel dünyada uyumlu bir şekilde bir arada yaşayacağız ya da bir felâkete sürükleneceğiz. Tarihe bakıp “Bu hep böyleydi, böyle olmaya da devam edecek, önemli bir şey yok” diyemeyiz. Tehlike çok büyük. Bizim hızlıca, tarihe bakışımızı değiştirmemiz gerekiyor. Aynı zamanda kimliğe, birlikte yaşamaya bakışımızı da değiştirmeli ve dünyayı tek bir vücut olarak düşünmeye başlamalıyız. Koronavirüs salgını bize bunu öğretmiş olmalı. Dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkan herhangi bir virüs her yere ulaşabiliyor. Bugünün gerçekliği bu. Peki biz ne yaptık? Virüse karşı hep birlikte mücadele mi ettik? Kesinlikle hayır. Tersine birbirimizle kavga ettik. Hiçbir dayanışma olmadı. Birbirine çok yakın ülkelerin olduğu, aynı birliğin parçası Avrupa’da bile hiçbir dayanışma olmadı. Gerçekten ciddi bir sorun var ve bu da endişelerimi haklı çıkarıyor. Doğduğum ülke Lübnan’dan bahsetmiyorum bile, orası daha da kötü. Ama dünyanın tamamında işler yürümüyor. Ve ben de alarm zilini sürekli çalmak istiyorum. Dikkat! Tahminimizden çok daha kötüye gidiyoruz…

        REKLAM

        Haklısın. Zira pandemi başladığında ABD’de bile farklı eyaletler bırak birbirlerine yardım etmeyi, kavga ettiler. Yardımı bize yapın, maskeler, solunum cihazlarını önce bize verin dediler. Avrupa’da ülkeler içlerine kapandı, birbirlerine yardım bile etmediler.

        Bugün dayanışma adına hiçbir şey yok. Oysa tarihte olmadığı kadar dayanışmaya ihtiyacımız var. Büyük çatışmaları birlikte engellemeye mecburuz. Bu romanın verdiği bir ders de bu. Empedokles’in Dostları, “Hepinizin düşmanı ortak” diyor: Cehalet, hastalık ve ölüm… “Sizin mücadele etmeniz gereken şeyler bunlar. Ama siz birbirinizle kavga ediyorsunuz.” Ve bu devam ediyor.

        “Siz birbirinizle değil, ölüme karşı savaşmanız gerekiyor” diyor Kraliçe Elektra…

        “Ölümü geriletmek için mücadele etmeniz lazım” diyor, evet. Bu çok uzun bir mücadele. Bugün insanların sonsuza kadar yaşayacağını söylenmek için çok erken tabii, ama bu da bir ihtimal. Buna karşın şimdi, ölümü, hastalıkları, salgınları, kanseri geriletmemiz lazım. Bunlar insanlığın birleşmesi için yeterince önemli mücadeleler. Vermemiz gereken çok savaş var ama tarihte yaptığımız gibi yapmaya devam etmemiz; yani aynı fikirlere, inançlara sahip olmadığımız veya bir toprağı paylaşamadığımız için birbirimizle savaşmamız; bütün bunlar artık kullanışsız ve bütün insanlığı yok etmekten başka bir anlam ifade etmiyor.

        “DÜNYA BİR CANGILA DÖNMÜŞ DURUMDA”

        Sana göre, nasıl oluyor da zaman ilerler, medeniyetler gelişir, insan kendini geliştirirken insanlık bu kadar geriye gidebiliyor? İnsanlık zaman ilerledikçe nasıl geriye gidebiliyor?

        Son on yıllarda yaşanan şey şu: Teknolojik ve bilimsel müthiş bir devrim var ve bu devrim büyük hız kazandı. Giderek de hızlanacak. Bu aralıksız teknolojik devrimlerle birlikte alt-üst oluşlar yaşıyoruz ve yaşamımız tamamen değişti. Bu iyi bir şey, mesela şimdi buradan konuşmamızı sağlayan bu teknoloji. Sorun şu: Teknoloji o kadar hızlı ilerliyor ki, biz bu hareketi takip edemiyoruz. Zihniyetlerimiz buna yetişemiyor ve böyle olunca da insanlar ayağa kalkıp itiraz ediyor. Bütün insanlığın tek bir kamusal alanda toplandığını düşünün. Teknolojide sembolik olarak durum tam da bu. İnsanlar birbirlerine çok yakın duruyorlar ama düşünsel olarak bu kadar yakın olmaya hazır değiller. Ve birleşmek yerine her biri “Ben yanımda duran gibi değilim” diyor. Daha çok farklılıklarına vurgu yapıyor. Yanında duran ötekini tehdit olarak görüyor. Bilimsel ve teknolojik devrimi ne tersine çevirebiliriz ne de yavaşlatabiliriz. Dolayısıyla yapmamız gereken şey şu: Zihniyetlerimizin de bu devrimi yakalamak için yeterince hızlı hareket edebilmesi; ne olduğunu hızlıca anlaması ve dünyada olan bitene uyan kararlar alması gerekiyor. Birbirini kovalayan teknolojik ve bilimsel devrimleri dikkate almamız; insanlığa getireceği riskleri ve fırsatları görmemiz lazım. Ama böyle yapmıyoruz. Biz maalesef bunların gerisinde kalıyoruz ve geriden sürükleniyoruz. Dünyanın yeni gerçekliklerini görmemiz ve diğerleriyle ilişki biçimimizi, her ülkeyi ve dünyanın bütününü yönetme biçimimizi tamamen değiştirmemiz gerekiyor. Hiçbir düzenin olmadığı bir dünyada yaşamaya devam edemeyiz. Dünya şu anda bir cangıla dönmüş durumda. Bütün bunlar endişe verici bir çağda yaşadığımızı ve bilinçlenerek inisiyatif almamız, sıçrama yapmamız gerektiğini gösteriyor bize.

        REKLAM

        Yani bütün bu teknolojik gelişmeyi yapan insan, aynı zamanda düşünce olarak bu ilerlemenin gerisinde… Anlamıyor.

        Bunu anlayan insanlar, ülkeler, toplumlar, laboratuarlar, milletler var tabii. Ama bunlar farklı işleyişler. Bir keşfin merkezinde olan kişi, teknolojik iyileştirmeler yapan teknisyen, dünyanın nasıl yönetileceğini, arkadaşlarımızla nasıl ilişkiler geliştirmemiz gerektiğini açıklayan kişiyle aynı değil. Yaklaşık 8 milyarız dünyada. Herkesin kendi kaygıları, bilgileri, olumlu ve olumsuz yanları var. İnsanlık bu sorunları kendi bütünselliği içinde çözmeli. Eğer gazeteciysek, siyasetçiysek, yazarsak, öğretmensek belki fazladan bir sorumluluğumuz da olmalı bunda. Çünkü başka bir faaliyete, mesleğe bağlı bir misyonumuz var demektir ve bu da bizim bazı davranışlara ve değerlere sahip olmamızı gerektirir. Ama herhangi bir vatandaşın da ödevleri vardır ve ülkesinin ve dünyanın geleceğini düşünmesi, fikirler üretmesi gerekir.

        “DEĞİŞİMİ ZORLAMAK HEPİMİZİN ÖDEVİ”

        Çoğu zaman dünyanın düştüğü durumdan yöneticileri sorumlu tutarız. Daha önce sana yöneticilerin sorumluluğunu sorduğumda, “Onlar uzaydan gelmedi, bizim içimizden çıktı” demiştin. Yani sorumluluk hepimizde…

        Buna tamamen inanıyorum. Zaten bir sorun olduğunda, şunun ya da şunun suçu diyen biri değilim. Hepimizin ortaklaşa sorumlu olduğuna inanırım. Daha güçlü olanlar belki biraz daha fazla sorumludur ama hepimiz sorumluyuzdur. Bana hep doğduğum ülke Lübnan’ın yöneticileriyle ilgili düşüncelerimi sorarlar. Elbette iyi şeyler düşünmüyorum. Ama kendilerine hizmet edecek, hem her vatandaşın hem de ülkenin menfaatlerini koruyacak yöneticileri oraya yerleştirmek de vatandaşların ödevidir. “Ben vatandaşım ama hiçbir şeyden sorumlu değilim, yöneticilerim işini yapmıyor” diyemeyiz. Vatandaşın en önemli görevlerinden biri yöneticileri seçmek, değiştirmek ve onlara yol göstermektir. Benim hayata yaklaşımım da budur. Yöneticilerden bahsettim ama söylediklerim başka pek çok şey için de geçerli. Bugün dünyanın en büyük sorunu büyük şirketler, Google, Amazon ve benzerleri diyebiliriz. Ama hayır. Büyük bir şirketin gücünü sınırlandırmak için hareket etmek toplumdaki herkesin yapabileceği bir şey. Tabii tek tek herkesin demiyorum. “Hadi gel, sen ve ben 100 milyarlarca dolara sahip şu şirketin gücünü azaltalım” diye bir şey olmaz. Ama bizim ödevimiz, gerçeklerin bilincinde olmak, bu inisiyatifi çevremize yaymak ve bu noktadan itibaren de bir değişimi zorlamaktır. Hepimiz bu maceranın yolcularıyız. Hiçbirimiz bu maceranın efendisi veya yöneticisi değiliz. Aramızdan kimse bu maceranın yönüne karar veremez. Ama aramızdaki herkes kendi rolünü oynamalı ve yapabildiği kadar, kötü giden şeyleri değiştirmeye çalışmalı.

        Sen bir idealden bahsediyorsun. Az veya çok demokrasinin veya seçimlerin olduğu ülkelerde bunu yapmak zor değil. Seçimlerle yöneticilerini değiştirebilirsin. Ama büyük baskının olduğu ülkelerde veya otokrat rejimlerde insanlar değişim için ne yapabilir ki?

        Her şeye bir çözümüm yok tabii. Bence diktatörler ya da otokratlar da uzaydan gelmiyor. Yaşadığı ülkede, topluma ve kanunlara saygılı bir rejim tesis etmek her vatandaşın sorumluluğu. Tabii ki hiçbir yerde, konuştuğumuz kadar kolay değil her şey. Kuşaklardır, yüzyıllardır kanunun hakimiyetini sağlamak için kavga içinde olan, baskıyla mücadele eden ülkeler, toplumlar var. Bu kavga hiç bitmez. Özgürlük ve insanlık onuru için savaş yüzyıllardır sürüyor. ABD’de yaşananlara bakın. Siyahi toplum kendi onuru ve hakları için yıllardır kavga veriyor. En güçlü ülkelerde, köklü bir demokrasinin hâkim olduğu ülkelerde bile devam etmesi gereken bir kavga bu. Ama hiçbir zaman, “bu benim için çok büyük, ben bunları değiştirmek için çok güçsüzüm, boyun eğiyorum” demeye hakkımız yok. Belki güçsüzüz evet, belki ben 60 yıldır hiçbir toplumu etkileyemeden yazıyorum. Ama bizim insan olmaktan kaynaklanan görevimiz başkalarının da duyup harekete geçmesini umarak düşünmek ve ıslahatlar önermek… Başka bir şey yapamayız belki ama bu kadarını yapmaya da mecburuz.

        REKLAM

        “ABD-ÇİN SAVAŞI KESİNLİKLE MÜMKÜN”

        Başka bir sorun var. İnsanlık hep bir süper güç arama peşinde… Kafkasya kaynaklı nükleer bir tehditten bahsediyorsun romanda. Serdar Serdarov adlı Kafkas otokrattan nükleer saldırı tehditleri geliyor. Herkesin gözü ABD’ye, ABD’nin başkanına çevriliyor bir şey yapması, dünyayı kurtarması için. Kurtarıcı bir süper güç aramak da sorunlu bir yaklaşım değil mi? Neden dünya birlikte hareket edemiyor?

        Bu roman uzak gelecekte ya da dünyanın çok iyi yönetildiği, mükemmel işlediği bir zaman diliminde geçmiyor. Aslında bugünün dünyasındayız romanda. Yine bir süper güç var. Biri dışarıdan gelse ve dünyanın temsili en yüksek ismini arasa, ABD Başkanı ile konuşmak zorunda kalır herhalde. Belki 15 yıl sonra o olmayacak ama bugün en güçlü kişi o. Eğer biri günümüz insanlığıyla görüşmek isterse en azından şimdilik bunu yapabileceği, 30 yıl önce tek süper güce dönüşmüş bir ülke var. Dediğim gibi bir süre daha böyle ve açıkçası çok da süreceğini sanmıyorum. Ama romanda Empedokles’in Dostları dünyadaki en güçlüye ulaşmak istiyor ve bu da ABD Başkanı.

        Öte yandan adadaki kadın yazar Eve, ortaya çıkan durumdan memnun. Zira ilk defa ABD’den daha güçlü bir güç belirmiş: Empedokles’in Dostları. Anlatıcı da “Eve uzun süredir dünya masasının yanlış kurulduğuna inanıyordu ve şimdi masanın acımasızca devrildiğini, en varlıklı konukların da neye uğradıklarına şaşırdıklarını görünce ağzı kulaklarına varıyor” diyor.

        Bu doğru. Eve bunu düşünürken yalnız da değil. Öyle bir dünyadayız ki tarih boyunca yenilgiye uğratılmış, marjinalize edilmiş ve hiç de iyi koşullarda yaşamayan pek çok medeniyet ve halk var. Romanda birkaç defa sömürge öncesi Meksika’dan bahsettim. Sembolik bir figür olarak aldığım Moktezuma, İspanyol istilacılar tarafından yenilmişti. O zamana kadar Atlas Okyanusu sayesinde gezegenin diğer kısmından ayrılmış bir medeniyetleri vardı ve kendi evrenlerinde çok büyük ve gelişmiş bir medeniyet olduklarına inanıyorlardı. Ama birden bire kendilerinden çok daha büyük bir güçle karşılaşıp yok oldular. 16. yüzyılın başında yaşandı bunlar. Şunu hayal edebiliriz: Eğer bir gün bugünkülerden çok daha gelişmiş ve etkili bir güç ortaya çıkarsa, Aztekler ne yaşadıysa, ne hissettiyse aynı şeye maruz kalırız. Ama en çok da en güçlüler, bugün için ABD bir şeyler kaybeder. Zaten tarihte daha önce kaybetmiş ve bir kenara itilmiş olanlarsa, kendilerine bunu yapanların bir kenara itildiğini görmekten mutlu olabilirler. Kitapta yazdığım bir Latin Amerikan tespiti var: İşte şimdi Yankilerin kendi yankisi var…

        Evet.

        Bize tepeden bakanlar, kendilerine tepeden bakacak birini buldular işte! Kendisi de romancı olan, anlatıcının arkadaşı Eve’in davranışı tam da bu işte. Onun bir tarafı Jamaikalı, medeniyetin alt üst oluşu karşısında bir Amerikalı’nın bakış açısına sahip değil tabii.

        REKLAM

        Sence gelecekte Yankilerin Yankisi kim olacak? Çünkü romanında da aynı ikilik sürüyor. Batı ve ABD dünyayı kurtarmak istiyor; Çin, Rusya, Pakistan gibi ülkeler de sahip oldukları silahlarla dünyayı tehdit ediyor...

        Bu bir kurgu.

        Elbette.

        Bir kurguda dünyayı olduğu gibi alırsınız, neyse o anlatılır. Bir güç ilişkileri analizi yok romanımda. Ama güç ilişkileri analizi yapacak olursak, şurası kesin ki bugün temel olarak iki güç var. İlki, yerleşmiş ama tıkanma işaretleri veren ABD. Bu ülkenin özellikle son yıllarına baktığımızda gerçekten endişe veren olaylar yaşandı. Irk kaynaklı gerilimler, pandemiye cevap veriş şekli ve ocak ayında başkent Washington’da yaşananlar gerçekten olağandışıydı. ABD’nin hâlâ birinci süper güç, ayrıca bugün ilerlemeyi sürdüren teknoloji şirketlerinin merkezi olduğunu söyleyebiliriz. Bir de zayıflıkları olmasına rağmen yükselen, kozları ve farklı üstünlükleri olan başka bir güç var: Çin. Şurası açık ki bu iki güç bir çatışmaya girecek. Elbette kaçınılmaz olarak başka güçler de dünyada rol oynayacak. Rusya, Avrupa ve diğerleri. Ama bu iki güç çok açık biçimde karşı karşıya gelmeye doğru ilerliyor. Bu çatışma çok farklı biçimlerde gerçekleşebilir. Sibernetik bir savaş olabilir, biyolojik savaşlar olabilir, silahlanma yarışı büyüyebilir, uzayda yarış olabilir. Ve bir an gelir, bu kavga nasıl bitecek demek için artık çok geç olur. Acaba ABD, Çin’in meydan okumasını bastırabilecek mi? Mümkün. Acaba Çin, 15-20 yıl sonra birinci süper güç olabilir mi? Bu da çok mümkün. Peki ikisi arasında yıkıcı bir savaş olabilir mi? Maalesef bu da mümkün. Ama umarım bunu engelleyebiliriz zira bu savaş, bugüne kadar gördüklerimizden her anlamda çok daha şiddetli ve kanlı olacaktır. Peki hem bu iki ülkenin varlığını dikkate alacak hem de büyük küçük diğer ülkeleri kapsayacak yeni bir dünya düzeni kurgulayabilir miyiz? İşte bu da benim umduğum şey. Bizi muhtemel çatışmalardan uzaklaştıracak, herkese ve tüm halklara onurunu verecek, insanlar arasında dayanışmayı güçlendirecek yeni bir dünya düzenine ulaşmayı ümit ediyorum.

        “ÇOK MERKEZLİLİK AVANTAJ OLUR”

        Elbette Türkiye’yi yakından bilmiyorsun, Ama Fransa’dan buraya baktığında, Türkiye’nin yaklaşan yeni dünyadaki rolü ve konumu ne olacak sence?

        Dediğin gibi Türkiye’yi yakından bilmiyorum. Sanırım bizi dinleyenlerin hepsi benden daha iyi biliyordur. Sadece söyleyebileceğim şu: Umarım gelecek, sadece Türkiye gibi büyük ülkelere değil, benim doğduğum ülke gibi küçük olanlara da bir eşitliğe ulaşmak için bölgesel çatışmaları, gerilimleri aşma imkânı verir. İnsani ve ekonomik olarak önemli kaynaklara sahip Türkiye gibi bir ülkenin kendi yerini bulmak için dünyadaki güçlerin artmasının yarattığı fırsatları yakalaması, hatta bazen onları birbirine karşı kullanıp bundan yeni dengeler yaratması çok mümkün. Bence pek çok merkezin ve gücün olduğu bir dünya, çok daha kolay yönlendirebileceğimiz ve uluslar arası ilişkilerde avantaj elde edeceğimiz bir dünya olur. Bir kez daha söylemeliyim ki bu, kendi kararlarını alabilen bütün ülkeler için geçerli, sadece biri için değil.

        Cumhurbaşkanı Erdoğan hep Birleşmiş Milletler’in beş daimi üyesini kastederek, “Dünya beşten büyüktür” diyor.

        Ben o kadar küçük ve buna rağmen o kadar bölünmüş bir ülkeden geliyorum ki… Onu uyuma götürecek ve büyüklerin arasındaki çatışmayı engelleyecek her şey tanrının lütfu olur.

        İsterseniz birlikte hareket edebiliriz!

        Kesinlikle… Hep birlikte çalışmalıyız. Ülkeleri kastetmiyorum, insanlar olarak da. Dünyanın büyük çatışmalara girmemesi, yıkıcı gelişmeleri engellemek, toplumların farklı bileşenlerinin bir arada yaşamasını sağlamak için, iklim, sağlık, siyaset gibi her alanda verilmesi gereken önemli mücadeleler var. Gelmekte olan dönem, dünyanın gidişatı adına uyanık ve dikkatli olunması, insanlık karavanının bir felâkete sürüklenmemesi için yönünü değiştirmek gereken bir dönem.

        “EMPEDOKLES YUNUS EMRE GİBİ”

        “Empedokles’in Dostları”na gelelim. Empedokles, MÖ 400’lerde yaşamış, dönemin Yunan kolonisi olan Sicilyalı bir filozof… Ona göre dört temel öğe; su, ateş, hava ve toprak, sevgi ve nefretle birleşip ayrılıyor. Yani sevgi ve nefret de maddeyi meydana getiren temel öğeler. Empedokles felsefi olarak senin için ne ifade ediyor?

        Onun felsefesini anlatacak bir uzman değilim ama hakkında bazı şeyler okudum. Dört temel madde fikri antik felsefede çok yaygın zaten. Onun kişiliğinde beni etkileyen başka pek çok şey var. Öncelikle çok orijinal bir tarza sahip. Şiirlerinden sadece belirli bölümler kalmış ama bunlar da çok şey söylüyor. Dikkat çekici şiirsel gücü hissediliyor. Kendi zamanı için çok özgün bir felsefi bakışa sahip. Dönemin filozoflarının hayal gücünü etkilediği anlaşılıyor. Özellikle Sicilya’da, bazıları için de insan özelliklerini aşan Tanrısal bir figür olarak algılanıyor. Bu da hastalıkların, ölümün alt edilmesinden çok bahsetmesinden kaynaklanıyor. Kendisi bir şifacı olmalı. Ama hayatı çok az biliniyor. Hakkında çok şey okudum ama sadece ipuçları var. Hayatının belirleyici olayı ise ortadan kayboluşu. Bir gün patlamakta olan Etna Yanardağı’na tırmanıyor ve düşüyor. Kendisini mi attığı yoksa kazara mı düştüğü bilinmiyor. Sadece kraterin ağzında bir sandalet bulunuyor. Biri, öldüğü görülmeden ortadan kaybolursa etrafında büyük bir efsane oluşur. İşte Empedokles de bu türden büyük bir efsanenin göbeğinde oturuyor. Onun kişiliğinde beni çeken bu oldu.

        Empedokles, var olan bir şeyin yok olmasının veya yokluktan bir şeyin meydana gelmesinin imkânsız olduğunu söylüyor. Aynı zamanda ruh göçüne inanıyor. Bunlara katılır mısın?

        Bu da Sokrat öncesi geniş bir çevrede kabul görmüş bir bakış. Başka medeniyetlerde de var, Hindistan’da özellikle. Metampsikoz, yani varlıkların başka şeye dönüştüğü ama hiçbir zaman tam olarak yok olmadığı fikri… Ben buna dini ya da bilimsel açıdan değil, şiirsel açıdan yaklaşıyorum. Bir canlının başka bir canlıya dönüşebileceği fikri benim için son derece şiirsel. Empedokles’in şiirlerinde var zaten bu. “Erkekti, kadındı, kuştu, balıktı…” diye yazmış. İçe dokunan, heyecan veren derin bir şiirsellik var burada. Bazı zamanlarda Yunus Emre’yi anımsatıyor. Gerçekten muhteşem parıltılar, şimşekler… İlginç, merak uyandıran biri işte. Ama benim için bu kitapta, dünyayı parçalanırken gören ve onu kurtarmak isteyen dostlarının anlattığı bir figür o. Tıpkı benim kurtarmak istediğim gibi…

        Yunus Emre için söylenebilecek ilk şey herhalde hümanist bakış açısı. Empedokles de öyle. Yüzyıllar önce buluşmuşlar sanki…

        Yunus Emre’nin şiirinde de çok güçlü bir yenilik, ilericilik var. Hatta hem onda hem de Empedokles’de bazı mısra sonları neredeyse aynı… Biri diğerini kopya etmiş olamaz. Yunus Emre’nin tamamen unutulmuş Empedokles’i biliyor olma ihtimali yok. Ama ikisinde ortak pırıltılar çok.

        “İSTANBUL DÜŞSEL VATANIMIN PARÇASI”

        Romanlarında ve kitaplarında çoğunlukla Doğu Akdeniz’in farklı coğrafyalarını, Lübnan’ı, Mısır’ı şimdi de Antik Yunan’ı temel aldın. Sıra ne zaman Anadolu’ya gelecek? Türkiye’den hangi çağ ve dönemi kullanırdın kitabında?

        Bir gün birisi, roman, deneme, hatta librettolar dahil bütün kitaplarımda, bir şehirden bahsettiğimi söyledi.

        İstanbul.

        Evet İstanbul. Bu inanılmaz. Ben farkında değildim. İstanbul her eserimde mevcut. Romanlarımda en azından oradan geçen biri oluyor, denemelerimde zaten anlatıyorum. İstanbul benim düşsel vatanımın bir parçası. Bu da tesadüfi değil. Ailemin kökenlerini anlattığım “Yolların Başlangıcı” kitabım için araştırma yaparken, büyükannemin kağıtlarını buldum, babamın doğum bilgilerinin Türkçe-Osmanlıca yazdığını gördüm. Ben ailemde Osmanlı Sultanı yönetimi altında doğmamış ilk kuşağım. Demek ki babam, büyükbabam, 12 kuşak boyunca bütün atalarım böyle bir evrende yaşamış. Büyükannem Adana’da doğdu. Ölene kadar Türkçe konuştu. Büyükbabam da çok iyi Türkçe konuşurdu ve bundan mutlu olurdu. Maalesef o dil bizde yaşamadı. Ama kelime hazinemizde, mesela idari ve askeri dilde, mutfak kültüründe ve günlük yaşamda kullanılan birçok Türkçe kelime var.

        REKLAM

        Mesela hangileri, örnek verebilir misin?

        Yayının başında kullanmıştım. Tamam mesela. Tamamı çok sık kullanırız Lübnan’da ve bölgede. Daha pek çok kelime var. Çok derin bir kültürel bağımız var ve bunu çok önemli buluyorum. Siyasi ayrışmaların, tarihi kirleten çatışmaların ötesinde kültürel ve dilsel akrabalıkların olması önemli.

        Aslında bu romanda da İstanbul var. Bir nükleer tehdit söz konusu ve ABD Başkanı’nın danışmanı Moro şöyle diyor: “Hiçbir düşman füzesi Amerikan topraklarına erişemezdi eminim, hepsi de havada tespit edilip imha edilecekti. Ama Avrupa, Ortadoğu, Güney Asya’daki başka hedefler vurulabilirdi. Ki bu da büyük bir felâkete neden olurdu. Atina, Viyana, Roma, Kudüs, İstanbul veya Dubai gibi kentlerin harap olmasını göze alabilir miydik?”

        Bu tuhaf çünkü gerçekten buraya da iradi koymadım İstanbul’u. Şimdiye kadar 18 kitap yayımladım ve en az 15’inde hatta muhtemelen hepsinde, mutlaka en az bir yerde İstanbul geçiyor.

        “GAZETECİLER GİZLİ TOPLANTILARA GİRİYOR”

        Romanında temel bir konu da iletişim. Empedokles’in Dostları dünyaya müdahale ettiğinde teknolojik iletişim tamamen kesiliyor. Tam bir kilitlenme hali bu. Bu sayede internet, telefon, televizyonun hayatımızı tamamen kapladığını görüyoruz. Onlar bir gün olmasa, iletişim tamamen koparsa biz ne yaparız?

        Bir toplum ne kadar gelişmiş ve karmaşıklaşmışsa o kadar zayıf ve yaralanabilir olur. Basit mekanik bir alet bozulmaz. Elektronik aletleri bozmak ise kolaydır. Kağıda yazılı bir anıyı, kağıt varlığını sürdürdüğü sürece saklayabilirsiniz. USP’deki bir anı ise bir hatayla tamamen ortadan kaybolabilir. Biz giderek iç içe geçmiş, devasa bir sanal, dijital bilgi ağı dünyasında yaşıyoruz. Bir gün bozulursa, alt üst olursa çok önemli şeyleri bir daha yerine koyamamak üzere kaybedebiliriz. Hepimiz bu dönemde uzaktan ekranlar aracılığıyla toplantılar yaptık. Kamuda da yapıldı bunlar, bakanlıklarda da. Geçen gün okudum. Avrupa Birliği Savunma Bakanları toplantısı fiziki olarak gerçekleşemeyeceği için dijital video konferansla yapılmış. Fakat Hollandalı bir gazeteci de bu konferansa girmeyi başarmış. Bakanlar konuşurken o da oradaymış ve dinliyormuş. Şimdi pek çok toplantının ve zirvenin böyle yapılacağını dikkate alırsak, hackerların bütün bu toplantılara katılabileceğini öngörebiliriz. En gizli olanlara bile. Yani elbette uzaktan toplanmak büyük kolaylık ama ortaya çıkan yeni riskler de var.

        Bu aslında çok da tehlikeli…

        Tehlikeli mi bilmiyorum ama bunlar dikkate alınması gereken riskler. Pek çok toplantı davetsiz misafirler tarafından takip edilebilir. İnsanlar küçük atölyelerinden Pentagon’un veya CIA’nın ağlarına, bir nükleer santrale de girebilirler. Bu anlamda güvenlikli bir yer yok. Tüm dünya böyle bir tehdit altında. Ne kadar gerçekleşir, sonuçları ne olur bilmiyorum. Ama bir gün size hackerların büyük bir şehrin elektriğini kestiği söylenirse şaşırmayın. Bunun olabileceğini biliyorsunuz.

        Umberto Eco, Günlük Yaşamdan Sanata kitabında bir hikâye anlatır. Bir gün ABD’de elektrikler kesilir, bir uçak düşer ve kısa sürede her şey etkilenir. Dünya Ortaçağ’a döner… Eşkıyalık başlar, güvenlik endişesi tavan yapar, etrafı hendeklerle çevrili kuleler ve şehir devletleri kurulur… Medeniyetsizliğe ve karanlık çağa dönüş bu kadar kolay olabilir mi? Medeniyetimiz bu kadar kırılgan ve teknolojiye bağımlı olabilir mi? Dünya bu kadar aciz mi?

        REKLAM

        Evet, medeniyetlerimiz teknolojiye bu kadar bağımlı artık. Dünya bu kadar zayıf mı? Kesinlikle evet. Peki Umberto Eco’nun anlattığı gibi, Ortaçağ’a döner miyiz? Hayır. Bu tabii onun, insanlık düşünsün diye yazdığı hikâye. Bugün dünya kavranabilir bir yer değil. Elektriksiz, internetsiz hiçbir şey çalışmaz. Telefon bile açamazsınız. Her şey biter. Bu anlamda dünyanın giderek tek bir ağ haline dönüşmesi büyük bir risk barındırıyor. Eğer bir gün bu ağı kesmeye muktedir bir güç ortaya çıkarsa dünya tamamen silinir. Umarım bu olmaz. Ama yazarın bunları düşünüp muhtemel sonuçlarını yazması meşrudur. Ben romanımda bunu yapmadım ama başında buna benzer şeyler var. Kontrol etmeye muktedir bir gücün iletişime müdahalesi bir ülkeyi ve askeri gücünü tamamen kilitliyor. Eğer Amerikalılar birbirleriyle iletişim kuramazsa, eğer ABD başkanı Pentagon’la irtibat kuramazsa gücün hiçbir önemi kalmıyor.

        Bir fikre göre dünyanın yöneticileri artık ne ABD ne Rusya başkanı, ne de diğerleri. Elon Musk, Jeff Bezos, Bill Gates, Mark Zuckerberg asıl dünyayı yönetenler…

        Yönettiklerini düşünmüyorum ama çok büyük etkileri var. Bu isimlerin çoğu devasa, genellikle de haksız bir servete sahip. Ama etkilerini abartmamak lâzım. Dünyayı, kararları günlük yaşamımızı ve davranışlarımızı etkilediği ölçüde etkiliyorlar. Ama onlar da kırılgan. Yarın bir anti-tröst yasası çıkabilir ve her biri dört parçaya bölünebilir. Evet, bazı etkileri var ve bu tarihte yeni bir şey. Daha önceden böyle şirketlerin bu kadar etkisi yoktu. Ama yarın ABD kamuoyunda bir akım başlasa ve “yeter artık, bunlar da çok büyüdü” dese her şey değişir. Birkaç on yıl önce bir şirkete bunu yaptılar. Çok fazla büyüdüğü için 7-8 küçük firmaya bölünmeye zorladılar. ABD tarihinde, son 30-40 yılda olmasa da, antitröst yasası fikri bir hayli yerleşiktir. Ve yeniden ortaya çıkabilir. Özellikle de şu sıralar pandemiyi, ekonomik krizi çözmek için. Sonunda öyle bir konuma gelebiliriz ki, kamuoyunun önemli bir bölümü yöneticilere baskı yapar ve “Şu, şu firmanın bu kadar güçlü olması kabul edilemez. Şu, şu alanda tekel oluştu, onları bölünmeye zorlamalıyız” denir. Böylece Amerika’nın tamamına hâkim bir şirket yerine her eyalette bir başka şirket olur. Bu daha önce bankalara, bilişim şirketlerine yapıldı. Tekrar yapılabilir.

        “ÖZEL HAYATI KENDİ İSTEĞİMİZLE BİTİRDİK”

        “Sosyal medya köleliğin de aracı olabilir, özgürlüğün de…” Sence özgürlük yanı mı, tehdit yanı mı ağır basıyor?

        İkisi de. İnsanların özgür bir şekilde kendilerini ifade edebilmeleri; daha önce sadece basının büyük isimleri bunu yapabilirken dikkat çekebilmeleri, heyecan verici. Herkes evinden dünyaya ulaşabiliyor. Bu çok iyi. Peki bazen bunu abartıyor muyuz? Şüphesiz evet. Şimdi tamamen sınırsız ve düzenlemesiz mi? Evet. Düzenlemek gerekiyor mu? Bir noktaya kadar evet, ama çok değil. Ben sansür taraftarı olamam. Beni güldüren bir fikir duydum: Sahte haberleri yasaklayalım. Böyle bir haber çıktığında altında “yanlış haber” yazsın. Peki, bir haberin doğru ya da yanlış olduğuna kim karar verecek? Saniyede onlarca milyonu bulan bir bilgi trafiğinden bahsediyoruz. Burada kim oturup şu bilgi doğru, şu yanlış diyecek? Bu saçma. Öncelikle insanların kendilerini ifade etmeleri gerekir. Ardından bu sosyal ağlarda vatandaş grupları saygın yeni organlar oluşturur ve kontrolü sağlar. Ama ben şahsen sosyal ağlarda yokum. Çünkü çok fazla zaman aldığını düşünüyorum.

        REKLAM

        Kesinlikle.

        Bu benim kendimi ifade ediş biçimim değil. Sosyal ağları öğrenmek için harcayacak yıllarım yok. Kendi kendime, “Evet burada ilginç imkânlar var” dediğim, saygı duyduğum ve uzaktan gözetlediğim bir dünya bu. İyi yönetirsek ve yönlendirirsek, gereksiz şeyleri atıp yayarsak, belki burada demokrasi için yeni bir nefes vardır. İlginç bir yapı ama ben ihtiyatlıyım.

        Gerçekten de herhangi başka bir şey yapmak, okumak yazmak çok daha zorlaşıyor bu sosyal medya yoğunluğunda. Her yer ekran, televizyon, iPad, cep telefonu… Kahramanın Alec de söylüyor bunu. Belki de bu yüzden, artık gerçekleri göremiyoruz…

        Etrafımızda çok ekran olduğu doğru. Bazen bunları biz kullanıyoruz, bazen bizi gözetliyorlar. Bundan önce, yolda yürüdüğümüzde kameraların bizi çektiğinden ve bazılarının da bunu izlediğinden emin olduğumuz başka bir çağ olmadı. Bu sağlıksız ve anormal. Ama aynı zamanda buna alıştık. Korunma ihtiyacıyla gözetlenmeyi meşrulaştırıyoruz ve bu gözetlemelerin bizi koruduğuna inanıyoruz. Orwell’ın 1984 romanındaki gibi her tarafımız ekranlarla çevrili. O romanda bizi her yerde gözetleyen Big Brother’ın gözleri vardı. Bu, bugünün gerçekliği oldu. Maalesef bu gözetleme azalmayacak, çok daha artacak.

        Aslında gönüllü bir 1984 yaşıyoruz bugün biz.

        Kesinlikle. Orwell bu kitabı 1948’de bitirdi. Son iki rakamı değiştirerek 1984 yaptı. O dönem Stalin dönemiydi ve Orwell’da onu anlatıyordu aslında. Stalinci bir diktatörlüğün dünyayı, özellikle de yaşadığı ülke İngiltere’yi kontrol edeceğini düşünüyordu. Aslında vatandaşların her hareketinin gözlendiği toplum geldi çattı işte. Ama Stalinci bir tiranın kararıyla olmadı bu. Bizim terör saldırılarından, hırsızlıktan, soygundan korkumuzla oldu. Aynı zamanda teknolojinin imkânlarıyla geldi. Yani bunun bize dayatılmadığını, gönüllü olduğunu söylerken haklısın. Bunu kabul ediyor hatta bazen talep ediyoruz da. Bir suç işlenip sokak kameralarıyla suçlu tespit edildiğinde hepimiz çok hoşnut oluyoruz. Bir suçlunun kimliğini tespit için bu yöntemlerin kullanılmasını istiyoruz. Sadece, şunu da bilmeliyiz ki, yaptığımız pek çok şey, hatta belki hiçbir şey artık özel değil. Ekrana yazdığımız bir şeyi herhangi biri okuyabilir. Elbette, dünyadaki bütün e-mailleri kontrol edecek kadar insan yok. Ama teorik olarak biri bunu okuyabilir, söylediğimiz her şeyi duyabilir; yaptığımız bütün banka işlemleri, her ziyaret, buluşma, seyahat kontrol edilebilir. Özel hayatımız, tamamen yok olmak üzere.

        Evet.

        Artık hiç özel değil. Ve çoğunlukla da kendi suç ortaklığımızla oldu bu… Sosyal medyada konuşulan, yazılan şeylere bakın. İnsanlar normal olarak kendilerine saklamaları gereken çok özel, çok kişisel şeyleri hiç çekinmeden paylaşıyor. Bu çılgınlık. Artık kamusal ve özel arasında hiçbir sınır kalmadı.

        İKİNCİ BÖLÜM YARIN…

        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar