Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “İnsanlar hastalıklardan, en az hastalıkların onlardan faydalandığı kadar faydalanırlar” diyor Aldous Huxley. Sizi hemen incitmesin veya kızdırmasın bu cümle. Haklılık payı olduğunu ilerleyen satırlarda göreceksiniz. Hatta ABD’den Robert A. Norman ile Avustralya’dan Sharad Paul’un yazdığı “Son Doğal İnsan - Nereden Geldik Nereye Gidiyoruz”u okursanız bu fikre katılmanız çok daha kolay olacaktır. “Önemli bir dönüşümün eşiğindeyiz. Çünkü hâlâ ‘kısmen veya tamamen doğal’ son nesil olabileceğimiz bir noktadayız. Son doğal insan” diyor ikili. Bunun için de hastalıkların ve insanlığın tarihine doğru eşzamanlı bir yolculuğa çıkarıyorlar bizi.

        Biz hemen Huxley’in tezine dönelim. Doğal seçilimin evrimde ve gerek hayvan gerekse bitki topluluklarının şekillenmesinde önemli bir rol oynadığı açık. I. Dünya Savaşı 1918’de sona erdi. 1914-1918 arasında 16 milyon insanın ölümüne yol açan bu savaş, uluslar arasındaki en ölümcül çatışma olarak kabul edilir. Buna rağmen I. Dünya Savaşı sonunda patlayan grip salgını (İspanyol Gribi) neredeyse bunun iki katı kadar insanın ölümüne neden oldu. 1918 yılında dünya nüfusu 1.8 milyarken, günümüzde 7.5 milyara ulaştı. Bu tıbbi felâket bile, insan popülasyonunun önlenemez artışında yalnızca önemsiz bir tökezleme niteliğinde.

        Bunları neden söylüyoruz? Harvard Üniversitesi’nden sosyobiyolog Edward O. Wilson, dünyanın “taşıma kapasitesinin” en fazla 10 milyar insanı kaldırabileceği tahmininde bulunuyor, ondan. Tahminlerini mevcut kaynaklarla ilgili yaptığı hesaplamalara dayandıran Wilson “Herkes vejetaryen olmayı kabul etse ve böylelikle besi hayvanlarına ayrılan kısım en aza indirgense bile, mevcut 1.4 milyar hektarlık tarıma elverişli arazi, ancak 10 milyar insanı destekleyebilir” diyor. The Future of Life (Yaşamın Geleceği, 2002) adlı kitabın yazarı Wilson’a göre “Biyosferin sınırları sabit…”

        SON DOĞAL İNSAN (Robert A. Norman- Sharad P. Paul / Çev: Yonca Aşçı Dalar / İş Bankası Yayınları)
        SON DOĞAL İNSAN (Robert A. Norman- Sharad P. Paul / Çev: Yonca Aşçı Dalar / İş Bankası Yayınları)

        HASTALIKLAR İNSANLIK İÇİN GEREKLİ Mİ?

        Zaten evrim teorisine göre bu sabitlik, bazı “doğal” ayıklayıcıları gerektiriyor.

        İskoçyalı John Burdon Sanderson Haldane, genetik ve evrimsel biyoloji alanının en etkili düşünürlerindendi. Şaşırtıcı bir bilimsel sezgiye (1924’te kaleme aldığı yazılarda tüp bebekleri öngörmüştü) ve pek çok alanda engin bilgiye sahip olan Haldane’e daha çok sosyalist ideolojiye yakınlığı nedeniyle egemen çevreler tarafından pek iyi gözle bakılmıyordu. Haldane, sonunda Hindistan’a göç etti ve kendini daha yakın hissettiği Kalküta’ya yerleşti. Genetik, biyokimya ve popülasyonların uyum başarısı (seçilim değeri) alanlarına büyük katkılarda bulundu. Haldane, deniz canlıları gibi milyonlarca yavru yapan türlerin daha çok doğal düşmanları tarafından yeneceğini; buna karşılık, insan gibi doğal düşmana bağlı ölümlerin daha az olduğu türlerde, daha fazla bireyin hastalıklar nedeniyle öleceği hipotezini öne sürer. Aksi takdirde türler sınırsızca artardı. Eğer iki tür birbiriyle rekabet içindeyse, bir hastalık ikisinden biri için bir avantaj veya dezavantaj yaratabilir. Bir canlı türü insanlar gibi baskın hale geldiğinde, yer veya besin kaynaklarının azalması, yoğunluğa bağlı bir sınırlamaya neden olur. Haldane, hastalıkların popülasyonların aşırı artışının sınırlanması açısından gerekli olduğunu düşünüyor. Tıpkı Huxley gibi.

        Norman ve Paul, tıbbın aslında, kol kola verip kafileler halinde evrim yolunda ilerleyen organizma, semptom ve hastalıkların hikâyesi olduğunu düşünüyorlar. Bu bağlamda tıp ve insanlık tarihine bakıldığında, hastalıklar da hastalıklardan faydalanabiliyor ya da bazı hastalıklar bir diğerinin önünü kesebiliyor. Şu örneklere bir bakalım: Orak hücre anemisinin varlığı sıtmaya karşı koruma sağlar; gebelikteki sabah bulantıları, tam olarak fetüsün hızlı doku farklılaşması dönemine denk gelir (sağlıksız besinlerin yenmesi gelişimsel bozukluklara yol açabilir çünkü); demirin karaciğerde birikmesi –dolayısıyla kanda eksilmesi- ile kansızlık ortaya çıkar ve bedenimiz akıllıca davranarak, kronik enfeksiyonlar sırasında bizi istila eden bakterileri gereksinim duydukları bu yaşamsal mineralden yoksun bırakır. Bu, en ustalıklı haliyle doğal seçilimdir. Biz patojenlerle savaşmaya yönelik bedensel koşullar geliştiririz; aynı şekilde bakterilerle virüsler de bir savunma geliştirir veya ölürler.

        REKLAM

        “UYUM SAĞLA YA DA ÖL”

        Şimdi dönüp bazı reflekslerimize bakalım. Zaman içinde evrimleşen insan reflekslerini düşündüğümüzde, istenmeyen maddeleri dışarı atmak için geliştiği besbelli olan öksürme ve hapşırma akla gelir. Peki, hapşırma ne zaman basit bir hapşırmanın ötesine geçer? Hapşırmayı burun deliklerimize giren toz gibi yabancı cisimleri dışarı atmaya yarayan basit bir savunma mekanizması olarak açıklamak kolaydır. 1985’te Forrester tarafından ACHOO (İngilizce’de, Türkçe’deki “hapşu” karşılığı olarak kullanılan hapşırma sesi) sendromu tanımlandı. Bu sendrom adını, Autosomal Dominant Compelling Helioopthalmic Outburst Syndrome (Otozomal Dominant Zorlayıcı Haliooftalmik Patlama Dendromu) sözcüklerinin baş harflerinden alır ve parlak ışığa, özellikle de yoğun güneş ışığına ani maruz kalmaya yanıt olarak kontrol edilemeyen hapşırma ile kendini gösterir. Görünen o ki, bizler eski çağlarda mağaralarımızın karanlığında yaşarken, bu refleks mağaradan çıkıp da güneş ışığına maruz kaldığımızda solunum yollarımızı temizlememize yardımcı oluyormuş. Bu gene sahip olanlar, günümüzde de örneğin bir tünelden günışığına çıktıklarında hapşırıyorlar. İstilacı organizmanın gözünden bakıldığındaysa, hapşırmayı tetiklemek başka yararlar da sağlar. Soğuk aldığımızda hapşırırız çünkü bu, virüsün partiküllerini etrafa yaymasına yol açar. Görüldüğü gibi, “uyum sağla ya da öl” ilkesi, organizma için olduğu kadar hastalık için de geçerlidir.

        PROTEZLER, LENSLER, BOTOKSLAR…

        “Tıp, mikroskobik organizmaların, hastalıkların ve uyumsuzlukların bir senfonisidir. Evrim, beraberce yürüdüğümüzü, bedensel ritmlerimizi karşılıklı olarak hissettiğimizi ve genlerimizde açıkça yazılı bulunan kurallarla birbirimize nasıl bağlı olduğumuzu söyler. Kitabımızın sayfaları arasında, bugüne nasıl geldiğimizi ve nereye doğru gittiğimizi değerlendirebilmek amacıyla, tıp tarihi, evrimsel biyoloji ve tıbbi antropolojiye olan hayranlığımızı, modern tıp ve bilimle harmanlıyoruz” diyor yazarlar. Varmak istedikleri nokta ise elbette “Son Doğal İnsan…”

        Eski insana “doğal” diyoruz ama hangi açıdan? “Doğal” diyerek beden parçalarını yenisiyle değiştirmeyen veya modifiye etmeyen son nesli mi kastediyorlar? Lazer cerrahisine ne demeli o zaman? Veya diz ya da kalça protezlerine? Botoks ve dolgulara? İlaç tedavisine? Beyne yerleştirilen yönlendirici çiplere? Aslına bakılırsa son birkaç bin yıldır en önemli itici gücümüz olan kültürel evrim, fiziksel adaptasyonlarımızdaki fark edilmeyecek kadar küçük değişikliklere kıyasla çok daha büyük bir etki yarattı. Bugüne kadar insanlık tarihinde dinsel ve kültürel evrim itici güç oldu ama artık fiziksel dönüşüm sürecine giriyoruz: “İnsan, ölümlülüğü reddedip doğayı yenmeye yönelik değişiklikler yapmaya girişiyor…”

        Kitapta, günümüzde tüm insanlığın geçirmekte olduğu paradigma değişimini ele alıyor yazarlar. Avcı toplayıcı atalarımızın muhteşem özelliklere sahip olması gibi, geleceğin insanı da –çoğu yapay olmakla birlikte- çok cazip özelliklere sahip olacak. Çoğu zaman bilimle bilimkurgu arasındaki sarp uçurumun üzerinde yalpalasak da, artık dengeleri lehimize çevirip büyük buluşlar ve olağanüstü değişimlerle dolu bir geleceğe rahatça geçmeye hazırız. Peki bütün bu değişimler iyiliğe mi hizmet edecek? Gelecekte insan olmak ne anlama gelecek?..

        Kitapta bu sorulara siz yanıt bulacaksınız…

        REKLAM

        *

        İKİ TAVSİYE

        Duygularımız üzerinde irade sahibi miyiz? Mutluluk neden irade bekler? 20. yüzyıl başında Fransa’da eğitimin laikleşmesinin mimarlarından pedagog Payot’nun en önemli eseri. Düşünce, duygu ve algılarımıza kalp eşlik ettiğinde daha mı ahlâki, dolayısıyla insani olurlar? Göka kitabında insan varoluşunu derinlemesine anlamaya çalışıyor.

        İrade Terbiyesi (Jules Payot / Kırmızı Kedi)
        İrade Terbiyesi (Jules Payot / Kırmızı Kedi)
        Kalpten (Erol Göka / Kapı)
        Kalpten (Erol Göka / Kapı)
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar