Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Akşam misafirliğe gidiyorsunuz (karantinasız günde tabii), arkadaşınız size yemek sonrası çay ikram ediyor, şeker soruyorsunuz (sormasanız daha iyi, o ayrı). Bakınıyor ediyor, bulamıyor. “Şeker bitmiş” diyor.

        Şeker kendi kendine bitmiş olamaz. Bitirdiysen sen bitirmişsindir. Yokluğun mahcubiyetiyle ya da hazırlıksız yakalanma hissiyle hemen başkasına attığın bu “suç” eğer suçsa, senin suçun. Ama şekeri günah keçisi ilan edemeyeceğine göre, meçhule yüklüyorsun sorumluluğu, o da “miş” oluyor.

        Ama sevgili arkadaşım, yalnız değilsin. Dünya kurulduğundan beri herkes senin gibi yapıyor, çünkü işe suçlayarak başladık. “Âdem Havva’yı suçladı, Havva yılanı. Biz de o zamandan beri bununla uğraşıyoruz” diyor Charlie Campbell. “Günah Keçisi-Başkalarını Suçlamanın Tarihi”nde dünya, siyaset ve dinler tarihinden örnekler vererek insanın, toplulukların, milletlerin başkasını suçlama ve ortak bir suçlu yaratma zihniyetini anlatıyor.

        SİSTEM, CİNSELLİK, KADER, GEN…

        Yakın tarihe gidelim Campbell’la. Sorunumuz ne olursa olsun, bir çözüm olmasa bile, her zaman bir suçlunun olduğunu görüyoruz: “Marx kapitalist sistemi suçladı, Dawkins dini. Freud bunların hepsinin cinsellikten kaynaklandığını düşündü. Larkin ailelerimizi suçladı, Atkins ise patatesi. Muhammed El-Fayed hâlâ Prens Philip’in suçlu olduğuna inanıyor. Bir zamanlar, kaderi ya da Tanrı’yı suçluyorduk, şimdiyse genlerimiz ve yetişme şeklimiz suçlu (kimileri hâlâ ilk ikisini suçlamaya devam ediyor).” Genler kimin? Bizim. Ama genlerimizi suçlamak kendimizi suçlamak olmuyor tabii.

        Campbell’a göre suçlama oyunu sadece suçluluk duygumuzu başka yere yönlendirmek ve sorumluluk almaktan kurtulmak için geliştirdiğimiz bir sistem. Yaptıklarımızın sorumluluğunu üstlenmeye niyetimiz yok ve her zaman suçlanacak biri, bir günah keçisi bulabiliyoruz. Ama artık öyle bir noktaya geldik ki, neredeyse hiçbir şey bizim suçumuz değil. İşler yolunda gitmediğinde en basitinden azınlık ve marjinal grupları hedef gösteriyoruz. Bunu yapmanın yeni bir yolu da var artık. Sözde bilim ve komplo teorileri. Teknoloji de bu tehlikeli fikirlerin yayılmasını hiç olmadığı kadar kolaylaştırdı.

        Koronavirüs sürecini bir düşünün. Suçlu önce virüstü, sonra yarasa oldu. Ardından o pazar yeri, ardından Çin ve Çinliler. Önce kurtarıcı gözüyle baktığımız bilim adamlarını bile aşı ve ilacı hâlâ bulamadılar diye suçladık. Virüsün ortaya çıkmasına sebep olan koşulları yaratan, yok edecek koşullara dikkat etmeyen, onu vücudumuzda taşıyıp oradan oraya yayan bizim hiç suçumuz yok. Ama dedik ya, hep böyle olmuş zaten. Şimdi bir adaya gidelim. Eski ve yaşanmış bir hikâye dramatik boyutu ortaya koyuyor.

        REKLAM
        GÜNAH KEÇİSİ (Charlie Campbell / Çev: Gizem Kastamonulu / İthaki Yayınları)
        GÜNAH KEÇİSİ (Charlie Campbell / Çev: Gizem Kastamonulu / İthaki Yayınları)

        BÜYÜK AUK FELÂKETİ

        İskoçya’nın batı kıyılarından 110 mil uzakta, Britanya’nın en yüksek falezlerine ve dünyanın en büyük kuş kolonilerine sahip St. Kilda’dayız. Havanın çok sert geçtiği, ağacın yetişmediği bu coğrafyada insanlar iki bin yıldan uzun süre, genellikle dış dünyadan kopuk yaşadı. Liderleri yoktu. Her şeyi günlük toplantılarda tartışarak hallediyorlardı. Anakaranın işlerine karışmıyor, ne oy kullanıyor ne de vergi ödüyorlardı. Deniz kuşları en önemli besin kaynağıydı. Büyük bir çeviklikle falezlere tırmanıyor, ustalıkla kuşları tuzağa düşürüp yumurtalarını topluyorlardı. Ancak beklentinin aksine gözü pek denizciler veya balıkçılar değillerdi. Bu yüzden 1840 Temmuzu’ndaki korkunç fırtınada çaresiz kaldılar. Denize açılanların gemileri azgın dalgalar tarafından devrildi ve çoğu boğuldu. Bir-iki gün sonra, ölü bedenleri kıyıya vurdu. Adalılar, kıyıya vuran bedenler arasında ıslak bir şeyin hâlâ canlı olduğunu gördüler: Artık nesli tükenmiş, uçamayan iri kuş türlerinden Büyük Auk. Bu, kuşun Britanya Adaları’nda son görülüşü olacaktı. Büyük Auk bu kıyılara çok sık uğramazdı. Adalılar daha önce hiç böyle şey görmemişti. İki kişi kuşu yakaladı ve kiliseye götürdü. Adaya fırtınayı getirenin bu uğursuz yaratık olduğuna karar verdiler. Britanya’nın son Büyük Auk’u mahkemeye çıkarıldı, cadı olmakla suçlandı ve suçlu olduğuna karar verildi. Birkaç gün önce perişan halde bulunduğu kumsalda, aslında giderek kendi vakitleri de tükenmekte olan adalılar tarafından taşlanarak öldürülme cezasına çarptırıldı.

        Bugün St. Kilda’nın sadece deniz kuşlarına kalmış olması rövanşın alındığı ya da insanın akıllandığı anlamına gelmiyor. “Korku, öfke ve cahillik birleşerek, adalıları başlarına gelen felâkete bir açıklama bulmaya itti. Böylece, bu tip durumlarda hep yaşandığı üzere, bir ‘dışarıdan gelen’, bahsi geçen örnekte Büyük Auk, felâketten sorumlu tutuldu ve cezalandırıldı. Bu, insan türünün en eski ve belki de en acıklı hikâyelerinden biridir” diyor Campbell.

        REKLAM

        ADIYLA SANIYLA GÜNAH KEÇİSİ

        Daha eskiye dönelim; “günah keçisi” teriminin çıkışına –ki burada da ironik ve dramatik bir hikâye yatıyor. “Günah keçisi” İngilizce’de ilk kez Kitab-ı Mukaddes’in (Kutsal Kitap) bazı bölümlerini çeviren William Tyndale tarafından 1530’larda kullanılmış. Tyndale, Yahudilerin Kefaret Günü’nden bir ritüeli anlatırken icat etmiş bunu. Burada kurban edilen iki keçi var. Birincisi, İsrail’i affetmesi için Yehova’ya kurban edilir. Bu keçi bir günah sunusudur ve kurban edilmesi bir kefaret ödeme eylemidir. Vücudundan kalanlar topluluktan uzakta bir yerde yakılır. İkinci keçi ise yeraltı tanrısı Azazel’e adanır. Bu keçiye Yehova’nın başrahibi tarafından “İsrailoğullarının tüm suçları, günahları, isyanları” yüklenir ve çöle gönderilir. Keçi köy sınırları dışına götürülür ve orada terk edilir. Kimsenin olmadığı bir arazide boynuzlarına bağlanmış kırmızı püskülüyle yapayalnızdır. Püskülün renginin güneşle solduğu süre içerisinde, günahların da affedildiğine inanılır. İnsanlardaki suçluluk hissi geçer ve toplumdan uzaklaşır. Suç, çölde kalır.

        İşin ironik ve dramatik yanı, daha sonra Tyndale’in başına gelenler. O, ilerleyen hayatında, ortaya koyduğu kavramın ta kendisi oldu. Ki bu da aynı zamanda, bir “dini yönetenler” dramıdır. Şöyle ki…

        Tyndale, Kutsal Kitap’ı İngilizce’ye çevirip yeni baskı teknikleriyle herkes için ulaşılır kılmaya karar vermişti. Ancak bu onu Kilise ile karşı karşıya getirdi. O güne kadar cemaatin Kutsal Kitap’ı anlaması rahiplerin tercümesine bağlıydı. Tyndale, din adamlarının insanların selameti konusunda güvenilemeyecek kadar aptal, hilekâr ve ahlâksız olduğunu düşünüyordu. Sadece Tanrı’nın kelamının doğrudan ifadesinin değişimi getirebileceğine ve Kilise’yi Tanrı ile bağ kurmanın tek yolu olmaktan çıkaracağına inanıyordu. Din adamları, çeviri yasağıyla o güne kadar kendilerini değişimden korumuşlardı…

        Onun çevirisi aynı zamanda kadınların da Kutsal Kitap’ı okumasına olanak sağladı ki bu gelenekçilerin keyfini iyice kaçırdı. Kitabın nüshaları İngiltere’ye gizlice sokuldu, el altından dağıtıldı ve korsan baskıları çıktı. Tyndale’in çevirisinin 16 bin nüshası, çoğunluğu okuma yazma bilmeyen 2,5 milyon nüfuslu ülkede dağıtıldı. Londra Piskoposu çok sayıda nüshayı satın aldırıp halkın önünde yaktırsa da, en gelenekçi kesim bile Tanrı’nın sözlerine böyle muamele edilmesine karşı çıktı.

        Tyndale, herkesin İncil’i okumasını sağlayarak Kilise’ye karşı gelmekle kalmadı, Yunanca bir kelimeyi “kilise” yerine “cemaat” olarak çevirip Kilise’nin otoritesini yok saydı. Sürekli düşman kazanıyordu. Düşmanlarının en ünlüsü de, Tyndale’in yakılması gerektiğinden bahseden Thomas More’du. More, onu huzursuzluk yaratmakla suçladı ve Almanya’daki (70 bin kişinin hayatına mâl olan) Köylüler Savaşı’ndan sorumlu tutarak bir zebaniye benzetti. Daha da ötesi, Tyndale dinsiz olmakla da suçlandı ve Avrupa’yı kasıp kavuran karışıklıkların sorumlusu gösterildi. Artık bir günah keçisi haline gelmiş, yaşanan dini travmaların tüm sorumluluğunun yüklenebileceği bir insana dönüştürülmüştü.

        Avrupa’da gizlenerek geçirdiği yılların ardından 1535’te Anvers’te yakalandı. Ertesi yıl bir kazığa bağlanarak önce boğuldu, sonra da yakıldı.

        REKLAM

        EKONOMİDE, SİYASETTE, SPORDA

        Üzerinden 500 yıl geçti, kafaca bir şey değişmedi. 2007’de dünya büyük bir ekonomik kriz yaşadı. Amerika’daki emlak balonu patladı, iflaslar, yoğun işsizlik peşi sıra geldi. Bu küresel çöküş ardında birçok günah keçisi bıraktı. Zengin bankacılardan yatırım fonu yöneticilerine kadar bunalımdan fayda sağladığı düşünülen herkes, hırslı yöneticiler ve alınmış yanlış kararlar bu felâketin sorumlusu ilan edildi. Ancak sürdürülebilir olandan çok daha fazla borca giren kimse, kendi girişimlerinin sebep olduğu gerçeklikle yüzleşmedi.

        Çağdaş liderlere gelelim. Campbell, “Siyasi-dini kesinlik kültüründe, zayıflığı kabul etmeye eskisinden bile daha az hazırlıklılar” diyor: “‘Hatalar yapıldı’ lafı, sorumluluk üstlenmekten ziyade hataları belirlemeye yönelik en pasif ve tarafsız siyasi söylemdir. Bu Nixon’dan Kissinger’a, Reagan’dan Clinton’a yirminci yüzyıl Amerikalı siyasetçileri tarafından en tutulan söylem olmuştur. Bu iki kelime Cumhuriyetçiler tarafından Irak Savaşı’ndan sonra tekrar tekrar kullanılmıştır. Bu durum hükümete çeşitli şekillerde davranma özgürlüğü vererek, sadece bazı kişilerin suçlanmasına, böylelikle günah keçisinin en tehlikeli biçimde kullanımına sebep olabilir. Bu, son olarak Saddam Hüseyin, Usame Bin Ladin ve Ebu Musab ez-Zerkavi’nin benzer bir şekilde tam bir kötülük kaynağı olarak gösterilmesinde olduğu gibi yıllardan beri kullanılan bir stratejidir…”

        Dinden başladık, ekonomi ve siyasetle devam ettik. Çok sevdiğimiz futbola da bakalım. Penaltı atışının sorumluluğunu bile bir-iki oyuncuya yüklemek üzere yapılandırılan futbola. Zaten hakemler, yöneticiler ve izleyiciler tarafından istisnasız olarak yenilgiden sorumlu tutulur. Ancak teknik direktörün yeri bu anlamda başkadır. Bir sorun olduğunda, işler ters gittiğinde değiştirilen hemen hep teknik direktör olur. O teknik direktörü seçip oraya getirenler işin içinden sıyrılır. Teknik direktör, ayrılması gereken günah keçisidir, beraberinde yenilgiyi ve negatif enerjiyi alır götürür. Yine de futbol dünyasındaki herkes suçun onlarda olmadığını bilir. Tam da bu yüzden teknik direktörler çok yüksek maaş alırlar ve ardından rahatça başka bir işe girebilirler.

        REKLAM

        “HÂLÂ AYNI İLKEL VARLIKLARIZ”

        “Suçlama içgüdüsü diğer içgüdülerimiz gibi varlığımızın temel bir parçası ama bunun farkında olabilir ve direnmeyi umut edebiliriz” diyor Campbell. Bu kitabı, insanların suç ve sorumluluk kavramları üstüne daha çok düşünmesini sağlamak için yazmış. Kitaptaki hikâyelerden bazılarının şok etmekten ziyade gülünç ve çağdışı görüneceğinden endişeli. Ama aslında bunlar da ciddi manada dram barındırıyor. Cadı olduğundan şüphelenilenlerin “yüzdürülmesi” gibi. Kişi su üstünde durabiliyor ve batmıyorsa suçlu, boğuluyorsa muhtemelen suçsuz demekti. Şimdi buna gülün bakalım! Campbell, “Bir toplumun kriz anında en zayıf ve ekonomik açıdan en güçsüz bireylerinden kurtularak kendisini arındırmasından daha iğrenç ne olabilir ki” diye soruyor: “Bunda korkulması gereken çok şey var…”

        Kadınları yakmanın ve Kara Ölüm için Yahudileri suçlamanın yanlış hatta gülünç olduğu ortada. Oysa atalarımız bunu yaptı ve biz de kendimizi tehlikeye atarak, böylesi suçlar işleme potansiyelimizi unutuyoruz. Kendimize bu aptallıkları ve bunlara meylimizi sık sık hatırlatmamız gerekiyor. “Günah keçisi ilan edilen insanların kurban edildiği dönemleri okuduktan sonra böyle zalimce yöntemleri aştığımızı sanabiliriz ama aşmadık, sadece yöntemler değişti. Aslında hâlâ aynı ilkel varlıklarız” diye bitiriyor yazarımız.

        Şeker kalmayınca “şekeri bitirdim” diyemeyecek kadar…

        *

        İKİ TAVSİYE

        Çocuklar bizden farklı bir dünyaya uyandı. İnternet ve sosyal medya yaşamlarının kendisi. Onlarla başa çıkmak için okuyabilirsiniz. Brezilyalı Hilst, uzun yıllar akıl hastanesinde kaldıktan sonra bu yapıbozumcu provokatif romanı yazdı. Biraz yorulacaksınız ama iyi bir deneyim olabilir.

         Dijital Zekâ (Umut Kısa / Sola Unitas)
        Dijital Zekâ (Umut Kısa / Sola Unitas)
         Edepsiz Madam T (Hilda Hilst / Dedalus)
        Edepsiz Madam T (Hilda Hilst / Dedalus)
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar