Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Adı İstanbul’la anılan yazarlardansınız. Diğer eserlerinizde de özne ya da fonun İstanbul olmasının bunda etkisi büyük. Bir yazar ve sakini olarak İstanbul’un sizdeki karşılığı ne?

        Şu söz çok klişe gelebilir okuyanlara, ne var ki tümüyle gerçek: Bu kentte doğup büyüyen, yaşayan biri olarak ‘İstanbul aşk’ benim için. Hem de bütün hallerine rağmen. Evet, biraz sarsan, hayli acıtan bir aşk, ama kabulüm. Bir yazar olarak da şöyle söyleyebilirim: Hangi taşı kaldırsanız altından bir hikâye çıkar. Her köşe başında bir roman kahramanıyla burun buruna gelebilirsiniz. Birbirine benzemez kültürleriyle, yaşama biçimleriyle, mekân ve atmosferleriyle de edebiyata çok değerli malzemeler sunar. Tanrı Kent de bu malzemeyle yoğruldu.

        Tanrı Kent, şair yanınızı da hissettiren hem sosyolojik bir okuma hem de bir gezi kitabı mahiyetinde. Bu öykülerin 10 yıl önceki ve bugünkü çıkış noktasını anlatır mısınız?

        İstanbul’un bugünkü kahramanlarını ve öykülerini anlatmayı hedefleyince yazıldı Tanrı Kent. 2000’li yılların başında, Açık Radyo’da, edebiyatta İstanbul’u konuştuğumuz bir program yapmıştım. Daha çok şehrin geçmişinden, kadim halklarından, kaybolmuş dillerinden ve geçmişe duyulan özlemden söz etmiştik yazar konuklarımla. İyi de, edebiyata pek yansımayan, yazılmayan bugünü, şimdisi vardı şehrin; insan dokusu, göç olgusu, rant meselesi, değişimleri, dönüşümleri... Böyle oluştu. 10 yıl aradan sonra da gereken kimi değişiklikleri yapıp kitabın yeniden okurla buluşmasını istedim. Bir öykü kitabı, yanı sıra bir kent sosyolojisi, bir belgesel olarak da okunabilir kanısındayım. Almanya’da da yayımlanan Tanrı Kent, Almanlara da rehberlik etti.

        TANRI KENT (Jale Sancak-İthaki)
        TANRI KENT (Jale Sancak-İthaki)

        “ARTIK ÇOK GEÇ”

        Bahsettiğiniz bütün semtlerin, yerlerin 10 yıldaki ortak dönüşüm/değişimini anlatan özet bir kelime ya da cümle çıkar mı? Yani en çarpıcı dönüşüm ne olmuş?

        Bir tek cümle kurmak mümkün değil. En özet hali ise şöyle: Yozlaşma, yabancılaşma ve yapaylığın kuşatması altında insan ve doğa kıyımının hızlı artışı, her türlü yıkımın salgına dönüşmesi, rant ve betonun zaferi. Bir yandan da toplumsal sınıflar arasındaki uçurumun iyice ölçüsüzleşmesi. Aslında 10 yıl önce de onulmaz bir biçimde dönüşmüşlerdi. 10 yıl öyle pek uzak değil. Bütün saydıklarım o dönemde de mevcuttu.

        Bu kentin en büyük talihsizliği İstanbul olması, bu kadar gözde olması, her gelenin ona bir iz bırakmak istemesi, bir şey yapmaya çalışması, peşini bırakmaması herhalde. İstanbul’u kendi haline bıraksak, bir süre bir şey yapmasak daha iyi etmez miyiz?

        Binlerce yıl öncesinde paha biçilmez bir mücevher bu şehir. Daha en başından ‘bir şey yapmadan’ yaşamaya başlayıp öyle de sürdürseymiş insanoğlu çok iyi edermiş. Bir başka deyişle bıçaklayıp deşmeden, delik deşik etmeden yaşasaymış. Hiç değilse mevzun hatlı bedenine, ruhunun büyüleyici güzelliğine göre bir yaşantı silsilesi ve mimari biçilseydi. Ne yazık ki artık çok geç diye düşünüyorum ben de.

        “BU BİR ÖTEKİLER KİTABI”

        Kitapta gezilen semtler ve o semtlerin öyküye dönüşen hali nasıl seçildi, kıstasınız neydi?

        Tanrı Kent bir ötekiler kitabıdır. Dikkat edilirse belli bir ideolojiyi içeren öykülerden oluştuğu görülür. Bu nedenle şehrin merkezindeki popüler, kalburüstü, revaçta semtler ile tam zıddı olanları seçtim. Etiler ile Küçük Armutlu ya da Galata ile Tarlabaşı gibi. Sınıfsal ayrımları, itilmişleri, sosyokültürel, sosyoekonomik ve sosyopsikolojik farklılıkları göstermek, dünyanın gerçekliğinden rahatça söz edebilmek için.

        Kitabı oluşturan 18 öyküden, sizi en çok etkileyen, hatta o sokaklarda gezerken ya da öykülerinize kahraman olacak kişilerle sohbet ederken takılan bir anı var mı?

        Kitaptaki kahramanların hepsi gerçek değil tabii. Var olandan yola çıksam da yarısı kurmaca öykü kahramanı, düş ürünü. O yüzden sahiden yaşayanlardan örnek vereyim: Yeldeğirmeni’ndeki Solomon karakteri ve onun yaşadığı atmosfer çok etkiledi beni. Hacı Hüsrev’in, Sulukule’nin atmosferi de öyle. Lakin asıl ilginci ‘Çarşamba’ öyküsünde anlatılanın birebir başıma gelmiş olması. Apaçık tehdit edildim. Benim için epeyce ürkütücü bir anıdır.

        “Çokkültürlülük”ünden “efendilik”ine, eski İstanbul her geçen yıl dillerden daha da düşmeyen bir özlem. Siz de öyle mi düşünüyorsunuz, yoksa “Hayır, şehir dinamiği budur, bu dönüşüm kaçınılmaz” diyenlerden misiniz?

        Tam öyle düşünmüyorum. Ya da şöyle söylemeliyim: Her şey değişir, hiçbir şey aynı kalmaz, kalamaz. Hatta bazen değişim çok gereklidir ve olumsuzlar olumluya dönüşüyorsa şahanedir bu. Bir de tam tersi var tabii, olumludan olumsuza gidiş, kentli olma halinin, kentli olma bilincinin, birçok değerin, inceliğin, güzelliğin yok oluşu, yok edilişi. Yerine de kabalığın, hoyratlığın, eciş bücüşün gelişi, anılarımızın, özel tarihimizin üstünden buldozerlerin geçişi, vesaire vesaire… Sözü çok uzatmayayım, herkes biliyor işte, görünen köy kılavuz istemiyor. O yüzden bugünkü dönüşümü onaylamak pek mümkün değil.

        Jale Sancak
        Jale Sancak

        “UMARIM VİCDANLAR UYKUDAN KALKAR”

        Tanrı Kent de artık bir nevi karantinada. Karantina günlerinde siz kendinizi nasıl hissediyor neler yapıyorsunuz? Bu süreçte gözlemlediğiniz İstanbullu’da sizi şaşırtan veya kızdıran neler oldu?

        Ne yazık ki karantinadayız. Hava son günlerde güneşli, keyif verici, lâkin bizler distopik bir atmosferin içindeyiz. Üzgün ve kaygılıyım. İnsan biraz utanıyor da önceki şikayetçi hallerinden. Yazarak, okuyarak, film izleyerek zaman geçiriyor, pek az dışarıya çıkıyorum. Zorunlu olarak çıktığımda gözlemlediğim şey ise insanların sosyal mesafe uzaklığını, hijyenik tedbirleri önemsemediği, umursamadığı. Bu hale sinirlendiğimi söyleyebilirim. Tabii gerçekten hiçbir mecburiyeti olmadan sokaklarda dolaşan çok yaşlı insanlar da şaşırtıcı.

        Virüs sonrası dünyanın aynı dünya, Türkiye’nin aynı Türkiye, İstanbul’un aynı İstanbul olarak kalacağını düşünüyor musunuz?

        Bu konuda net bir şey söyleyebilmek zor, elbette bazı koşullar, yaşama biçimleri, zihniyetler az ya da çok başkalaşacaktır. Sosyolojik olarak da, ekonomik ve psikolojik olarak da.

        Bu salgın bizim insan ilişkilerimizde ve yaşam algılayışımızda neyi değiştirecek?

        İnsanoğlu hep unutmuş şimdiye dek, ben dünyanın bugünkü halinden onu anlıyorum. Hep başa sarmış, başlangıca, aynı hallere dönmüşüz. Hemen her felâketten sonra, maalesef. Yoksa lokum gibi bir yer olurdu. Olmamış. İnsana bakmak lazım hemen burada, insanın nasıl olduğuna, hamuruna. Umarım böylesi bir kâbus bu kez kötülüğün, kibrin azalmasına, iyiliğin çoğalmasına neden olur. Bilinçlenmeyi, eşit paylaşım ve dayanışmayı getirir. Umarım vicdanlar uykudan kalkar. İçine düştüğümüz şu korkunç sistemin alacağı yara insanın sorgulamasına, gerçekliği, adaleti ve asıl değerleri kavramasına yol açar.

        Pek çok siyaset bilimci ve sosyolog, dünyanın, yönetim biçimlerinin bundan böyle aynı kalamayacağını, hatta bambaşka yönetimlere gebe olduğunu düşünüyor. Sizce?

        Evet, Marksist filozof Zizek sözgelimi, koronavirüs komünizmin yeniden keşfedilmesine yol açacak diyor. Bizler, bazılarımız sosyalizmi özlüyor ve idealize ediyoruz. Daha özgürlükçü, başka bir dünyanın mümkün olabileceğinin düşünü kuruyoruz hâlâ. Bunun gibi şeyler. Lâkin ben ihtimal vermiyorum yepyeni bir düzenin oluşacağına. Bugünkünün yerini daha totaliter olan almasın yeter. Vahşi kapitalizmle boğuşmaya alıştık bir şekilde.

        KÜLTÜRSÜZLÜĞÜMÜZÜN KIŞI…

        Sosyal medya -belki de popüler figürlerin boy gösterdiği edebiyat dergilerini de katmak lazım buna- yayın ve yazın dünyasına yeni bir yol mu çiziyor? Etkisi ne sizce?

        Sosyal medya niteliksiz, sıradan, kifayetsiz olanın da çokça görünmesine, bir şey sanılmasına yol açıyor maalesef. Hepsi değilse de birçok yayınevi için artık takipçi sayısının hayli önemli olduğunu düşünüyorum. Bu müşteri -bakın okur demiyorum- anlamına geliyor. Bunun farkına varanlarınsa her türlü fark edilme, öne çıkma yolunu, biçimini denediğini, takipçi sayısı, beğenilme vb. konusunda ustalaştıklarını, bunun edebiyata, yapıta değil sırf yazara bir yarar sağladığını söyleyebilirim. Suluboya kapaklı, birbirinin taklidi sözde edebiyat dergilerine gelince, popüler ve arabesk kültürü pazarlama yoluyla ceplerini doldurmak derdindeler. Bu yeni bir yol çizmek değil, kültürsüzlüğümüzün kışıdır. Edebiyata da zarar vermekten başka bir işe yaradıkları da yok.

        Sizin edebiyatta, belki kendi yazınınızda “virüs” olarak gördüğünüz, yani bulaşıcı bir sorun var mı; “bundan sıyrılmamız lazım” dediğiniz… Ve bu nasıl aşılır?

        Edebiyatçı çağın bütün çürümelerinden uzak durmalı, edebiyata kirleten hiçbir virüs bulaştırılmamalı.

        Şu an masada okurları bekleyen yeni bir roman, öykü var mı?

        Bir süredir yazmakta olduğum, önümüzdeki kışa bitirmeyi planladığım bir romanla uğraşıyorum. Yaz döneminde de araya bir tiyatro oyunu girecek sanırım.

        *

        İKİ TAVSİYE

        Boğaz’daki asırlık yalısında garip bir şekilde ölen Fatoş Hanım, vasiyetinde varislerinin parası önceden ödenmiş bir Güney Afrika tatiline gitmesini istemiştir. Bu seyahatte gerçekler ortaya çıkacaktır… 60’larda serpilen hippineslinin İstanbul’daki en önemli buluşma noktalarından Lale Pudding Shop’tayız. Farklı ülkelerden gelen gençlerin düşlerine ve serüvenlerine tanık oluyoruz…

        Asla Gözlerine Bakma (Esin Sayar-Mona)
        Asla Gözlerine Bakma (Esin Sayar-Mona)
        Lale Pudding Shop (Liz Behmoaras-Doğan)
        Lale Pudding Shop (Liz Behmoaras-Doğan)
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar