Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bugün çok şikayet ettiğimiz, balık sayısı ve türlerini bitiren hataların tarihiyle başlayalım yazıya.

        19. yüzyıl sonundan itibaren Osmanlı sularında balık avcıları yeni av araç-gereç ve yöntemleri kullanmaya başladılar. Bunlar arasında kimyasal maddeler ve patlayıcılar da bulunuyordu. Ancak Osmanlı, bu yöntemlerin su canlıları üzerinde büyük tahribata neden olmaları üzerine kısa sürede yasak getirdi. Zabıta-i Saydiye Nizamnamesi’nin 27. maddesinde kimyasal maddelerle balık avlayanların cezalandırılacağı hükmü bir süre sonra bu maddeye getirilen bir ekle dinamitle avlananlar için de geçerli kılındı. Ardından başka bir bela ortaya çıktı. Yine 19. yüzyıl sonunda gırgırla avlanma başladı. 1891’den itibaren Düyun-ı Umumiye İdaresi’nde çalışmaya başlayan, 1910’da İstanbul Balıkhanesi Müdürlüğü görevini üstlenen, “Türkiye’de Balık ve Balıkçılık” adlı, ülkenin konuyla ilgili ilk kapsamlı kitabının yazarı olan Karekin Deveciyan, gırgırın 19. yüzyıl sonlarında Kumkapı balıkçıları tarafından bulunduğunu söylüyor. Yine konuyla ilgili yazanlardan Sıtkı Üner ise dalyan ve volinin aksine, balığın gelmesini beklemeden uzak bölgelerdeki balık sürülerini avlamaya yarayan ve bir seferde büyük miktarda balık avlama imkânı sunan gırgırın 1915’ten itibaren kullanıldığını söylüyor. Ancak gırgırcıların Boğaz’ın girişini tutarak avlanmaları çok geçmeden dalyan ve volilerdeki avın azalmasına neden oldu ve şikayetler başladı.

        Osmanlı’da balıkçılık alanındaki şikayetler bununla sınırlı değildi. Ödenen vergilerde de kimi zaman büyük problemler yaşanabiliyordu. Osmanlı’da, geçimini sadece balık avcılığından sağlayanlar için tarımsal faaliyetlerden alınan öşür, çift resmi gibi vergilerle ilgili farklı uygulamalar söz konusuydu. Yavuz Sultan Selim dönemine ait Niğbolu Kanunnamesine göre bir sipahinin raiyyeti ziraat yapmayıp bir sanatı icra eder veya arabacılık, balıkçılık, ırgadçılık vb. bir işle uğraşırsa bunlar sipahisine bedel-i öşür olarak Müslümansa 50 akçe, zımmiyse (gayrimüslimse) 62 akçe vereceklerdi. Ancak buradaki balıkçılardan Müslüman ise 22 akçe çift resmi, gayrimüslim ise 25 akçe ispençe alınmaktaydı. Buna göre bedel-i öşür, bir sipahinin dirliğine kayıtlı olmalarına rağmen ziraat dışında başka işlerle geçinenlerden öşür vergisinin kaybının tazminatı olarak alınmaktaydı. Buradan asıl şikayet konusuna geçelim.

        İstanbul gibi önemli bir balıkçılık merkezinde sayıları epey fazla olan balık avcıları arasında askeri sınıf mensuplarına sık rastlanmaktaydı. Askeri sınıf mensuplarının çoğu kez balık vergisini vermek istememeleri balık emininin, diğer balıkçıların avlanmalarını engellemeleri de balıkçıların şikayetlerine neden olmaktaydı. Bostancı ocağına bağlı balıkçıbaşı ile bazı bostancı reislerinin belli bölgelerde avlanabilme ve avladıkları balıklara karşılık olarak bostancıbaşıya yaptıkları bir ödeme dışında İstanbul sularında balık avı vergisini tahsil eden İstanbul Dalyan Mukataasının mültezimi olan balık eminine vergi ödememek gibi birtakım ayrıcalıkları bulunmaktaydı. Has bahçeye bağlı olan hassa balıkçıbaşı, bostancı reislerinin avladıkları balıkların vergisini bunlardan tahsil ederek has bahçenin gelirleriyle birlikte hazineye teslim ederdi. Ancak bostancı ocağına bağlı reislerin kendilerine tanınan ayrıcalıkları kötüye kullanmalarından dolayı balık eminiyle bunlar arasında sıklıkla sorun yaşanmaktaydı.

        'Osmanlı Sularında Balık Avcılığı (Şenay Özdemir / Gümüş Kitap Yayınevi)
        'Osmanlı Sularında Balık Avcılığı (Şenay Özdemir / Gümüş Kitap Yayınevi)

        ÇOK İŞLENMEMİŞ BİR KONU

        Şenay Özdemir Gümüş, “Osmanlı Sularında Balık Avcılığı” adlı çalışmasında av araç, gereç ve yöntemlerinden hareketle Osmanlı sularında balık avcılığı konusunu ele alıyor. “Çalışmada dalyan, ığrıp ve kayıkla avlanmanın basitçe avlanma yöntemi farklılığı olmanın ötesinde, avlanma haklarının düzenlenmesi açısından hukuki, balık avı vergisinin tarhı ve tahsili açısından da mali bakımdan Osmanlı balıkçılık faaliyetlerinin idaresinde temel elemanlar olduklarının gösterilmesi amaçlanmıştır” diyor Gümüş.

        Yazarın, Osmanlı ekonomisinde önemli bir yer tutmasına rağmen balıkçılık faaliyetlerinin bugüne kadar üzerinde yeterince durulmadığı tespiti doğru. Osmanlı balıkçılığı hakkında ilk olarak anılması gereken çalışma, yukarıda da belirttiğimiz gibi Karekin Deveciyan’ın kitabı. Deveciyan, Osmanlı sularında avlanan su ürünleri, balık avlama yöntem ve araç gereçleri hakkında ayrıntılı açıklamalar yaptıktan sonra balıkçılıkla ilgili nizamnameler, Osmanlı sularındaki dalyan ve volilerin yerleri ile çalışma usullerini içeren listeler ve 1909-1923 arasında İstanbul Balıkhanesinde satılan su ürünlerinin miktar ve fiyatlarını gösteren tablolarla çalışmasını zenginleştirmiş. Ancak onun bu konuda aktardığı bilgiler daha çok görevinden dolayı yakından bildiği İstanbul ve çevresine ait uygulamaları yansıtıyor.

        Cumhuriyet döneminde ise hukukçuların dalyan ve volilerle ilgili çalışmaları dikkat çekiyor. Bu çalışmalarda dalyan ve volilerin hukuki statüsü inceleniyor, özellikle mülk ve vakıflara ait av alanlarının Osmanlı ve cumhuriyet dönemlerindeki durumları tartışılıyor.

        ESNÂF-I AĞCIYÂN

        Tarihçi Reşat Ekrem Koçu, I. Dünya Savaşı’na kadar balık avlayanlar için balıkçı, bu balıkları dükkânda veya sokak sokak satan seyyar satıcılar için tablakâr denildiğini, daha sonra ise her ikisi için de balıkçı tabirinin kullanıldığını yazıyor. Ancak Koçu’nun bahsettiğinden daha erken dönemlerde Osmanlıda balıkçı tabirinin daha çok balık satıcıları için kullanıldığı, balık avlayanlara ise sayyad-ı mahi dendiği görülüyor. Osmanlı’da balıkçılık ekonomisi bu iki grupla sınırlı değil. Av araç gereçleri imalatçılarından balık ve diğer deniz ürünlerini pişirenlere kadar birçok farklı işkolunu bünyesinde barındıran bir faaliyet alanı bu. Evliya Çelebi, seyahatnamesinde İstanbul’daki su ürünleri avı ve satışıyla ilgili esnafın bir listesiyle birlikte bu işkollarına dair bilgi de veriyor. Buna göre balık avcıları av sırasında kullandıkları araç-gereç ve yöntemlere göre birbirlerinden farklılaşıyorlar.

        Osmanlı döneminde İstanbul sularında avlanan balıkçılar için belgelerde dalyan, ığrıp, dökme ağ ve oltayla avlananlar olmak üzere genel bir sınıflama söz konusu. Bir sabit ağ çeşidi olan dalyan, üç tarafı ağlarla çevrili ve bir tarafı da balıklar girdiğinde kapatılmak üzere açık bırakılan bir avlanma düzeneğiydi. Kayıkla denize bırakılan fakat kıyıya çekilerek toplanan ığrıp ise deniz dibinden biraz yukarıdaki göçmen balıkları avlamak için kullanılan bir ağ çeşidiydi. Iğrıpla balık avlanan yerler İstanbul ve çevresinde voli olarak adlandırılan av alanlarıydı. Dökme ağ ise kayıktan bırakılan ve yine kayığa çekilen ağlarla yapılan avlanmayı ifade etmekteydi. Dalyan ve volilerde avlanan balıkçılar “mahalli avcılar;” küçük ağlar, alamana, sepet ve oltalarla avlananlar ise “seyyar avcılar” olarak nitelendiriliyordu. Balıkçılıkla ilgili iş kollarından biri de ağ imalatı ve satışıydı. Evliya Çelebi esnâf-ı ağcıyân olarak adlandırdığı bu grubun İstanbul’da 70 dükkânı bulunduğunu ve sayılarının 300 olduğunu belirtiyor.

        KİM NEREDE AVLANACAK?

        Kıyılarda inşa edilen dalyanlar ve yine kıyıya yakın noktalarda voli olarak adlandırılan balıkların çok olduğu bölgelerde ığrıp gibi kıyıya çekilen ağlarla avlanılan alanlar Osmanlı Devleti’nde mülk, vakıf, veya miri statüdeydi. Buna göre dalyan ve volilerin ihtiva ettiği alanın tasarrufu şahıslara, vakıflara veya devlete ait olabilmekteydi. Böylece özellikle dalyan ve voliler birer avlanma yöntemi olmalarının dışında özel bir tasarruf hakkının bulunduğu birer av alanı birimini ve balıkçılık faaliyetleri çerçevesinde sular üzerinde mekânsal bir düzenlemenin araçlarını oluşturmaktaydı. Bir av alanı dalyan ve voli olarak sınırlandırılıyor, diğerlerinden ayrılıyor ve sonuçta su alanı birden çok av birimini içerecek şekilde bölünmüş oluyordu.

        Zabıta-i Saydiye Nizamnamesi öncesinde Osmanlı’da balıkçılık faaliyetleri, şer’i hukukun bazı temel prensipleri ışığında ağırlıklı olarak örfi düzenlemelere konu oldu. Balıkçılık faaliyetleri açısından şer’i hukukta ayrıntılı bir düzenleme mevcut değildi. Su ürünleri avcılığı fıkıh kitaplarında avcılık konusu kapsamında ve özellikle hangi deniz hayvanlarının etinin yenip yenmeyeceği sorusu çerçevesinde ele alınmıştı. İslam hukukunda balık avcılığının değerlendirildiği bir başka konu av alanlarının tasarrufuyla ilgili olarak nerede avlanılabileceğiydi. Bu konuda başkasının mülkiyetindeki sularda avlanılamayacağını kabul eden Malikilik dışında, sahipli ve sahipsiz sularda avlanılabileceğine dair genel bir kabul bulunmaktaydı.

        Osmanlı, “her tarafı denizlerle çevrili” bir imparatorluktu. Şenay Özdemir Gümüş de kitabında, coğrafi alan olarak Anadolu ve Avrupa coğrafyasındaki iç suları, Akdeniz ve Karadeniz’i konu alıyor. Zaman olarak ise belge ve bilgilere ulaşılabilen en erken tarih olan 15. yüzyılın ortalarından, Tanzimat Fermanı’na kadar (1839) uzanan dönemi içeriyor kitap.

        Balıkçılık, deniz ve tarih meraklılarına duyurulur.

        *

        İKİ TAVSİYE

        1920’lerin Berlin’inde dul bir kadının çocuklarıyla verdiği yaşam mücadelesini anlatıyor “Acımak Yok.” Büyük çocuk Karl’ın şansı dönüyor ve aile sınıf atlıyor ama ekonomik kriz her şeyi alt üst ediyor. Alper Uruş’un bir “hayat kadını”nın dramatik hikâyesini anlattığı “Ayşe,” gözden geçirilmiş yeni baskısıyla raflarda. Alper’in gelirini zor durumdaki kadınlara bıraktığı kitabı gözyaşları içinde okuyacaksınız.

        Acımak Yok (Alfred Döblin / Everest)
        Acımak Yok (Alfred Döblin / Everest)
         Ayşe (Alper Uruş / Kibele)
        Ayşe (Alper Uruş / Kibele)
        Yazı Boyutu

        Diğer Yazılar