Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Haberler Gündem Prof. Dr. Selçuk Şirin'den Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk ile ilgili açıklamalar

        Prof. Dr. Ziya Selçuk’un yeni Milli Eğitim Bakanı olması, ideolojik ayrım gözetmeksizin geniş bir çevrede heyecan uyandırdı. Peki Türkiye’deki eğitim sisteminde neler değişmeli? Prof. Selçuk hangi adımları atarsa gerçekten dünyadaki akranlarıyla rekabet edebilecek çocuklar yetiştirebiliriz? İşte bu soruları, eğitim üzerine çalışmalarıyla bilinen ve geçtiğimiz hafta çocukların kodlama öğrenmesi için hazırladığı bilgisayar oyunuyla sosyal girişimcilik alanında dünyanın en prestijli ödüllerinden Jacobs Foundation Ödülü’nü alan New York Üniversitesi öğretim Üyesi Prof. Dr. Selçuk Şirin ile konuştuk. Eğitim sisteminin 5 adımda nasıl değişmesi gerektiğini anlattı. Türkiye gündemini meşgul eden, müfredat ve imam hatipler gibi tartışmalar içinse kısaca “Bunlar boş işler. O soruların Türkiye için bir anlamı olabilir; ama yarıştığımız dünya için hiçbir anlamı yok” diyor...

        ‘ZİYA SELÇUK TÜRKİYE EĞİTİMİNİN BAŞINA GELEBİLECEK İDEAL İSİMLERDEN BİRİ, UMUTLU OLMAK İÇİN ÇOK NEDENİMİZ VAR’

        Ziya Selçuk’un Milli Eğitim Bakanı olmasını nasıl karşıladınız? Türkiye’deki eğitim üzerine ne tür etkileri olur?

        Ziya Selçuk Hoca’yı yıllardır tanıyorum. Kendisi hem akademik dünyada kuramsal olarak hem de uygulama anlamında eğitimi çok iyi bilen, okul öncesinden ilkokula veya lise seviyesine kadar eğitimin her aşamasında bulunan nadir insanlardan biridir. Ziya Hoca’nın bir başka özelliği de son derece optimist bir kişiliğe sahip olmasıdır. İmkânsızı mümkün kılan bir çaba içerisinde, grup çalışmasına çok müsait; dolayısıyla Türkiye eğitiminin başına gelebilecek ideal isimlerden bir tanesidir. Bence umutlu olmak için çok nedenimiz var.

        REKLAM

        Peki, Ziya Selçuk’la birlikte Türkiye’de eğitimde yeni bir sayfa açılabilir mi?

        Eğitim, dünyanın her tarafında bir kriz içerisinde; ABD’de de, Finlandiya’da da, Güney Kore’de de... Krizin kaynağı inovasyonla ilgili. Yani biz iki yüz yıldır aynı mantıkla eğitim veriyoruz. Çocuklara hazırladığımız dünya ve hayat değişti; ama okullarımız değişmedi. Dünyada yükseköğrenimde bir numara olmasına rağmen, Amerika’da bu alanda kriz var. Dünyada, okul öncesinden başlayarak bütün eğitim aşamalarında ciddi bir arayış var. Bu kriz dönemlerinde sizden önde olan ülkelerle aranızdaki farkı kapatma fırsatı buluyorsunuz. Onlar da krizde biz de... 21. yüzyılda her şey akıllı olacak, birbiriyle konuşacak... Bunu da kodlama becerisi olan çocuklar, yeni nesil yapacak. Dolayısıyla çok fazla insan gücüne ihtiyacımız var. Ama şu an İngiltere’de de yok, bizde de yok.

        Aslında teknolojideki aşırı ilerleme, dünya üzerindeki eğitimde bir tür eşitlenme mi yarattı?

        REKLAM

        Evet, eski paradigma çöktüğü için yeni paradigmalar devreye giriyor. Diyelim ki, dünyadaki en iyileri futbol oynayanlar arasından seçiyoruz. Bir anda “Futbol bitti, yeni bir spor bulduk adı da ‘xyz’” dendi. Burada İngilizler de, Brezilyalılar da, Türkler de aynı yerdeler. Çünkü herkes sıfırdan başlıyor. Şu an oradayız. Ziya Hoca’nın, dolayısıyla Türkiye’nin böyle bir fırsatı var. Çünkü biz eski eğitim mantığı liginde geride kaldık. Bizim şu noktadan sonra çocuklarımızı ezber ve bilgi üzerinden dünyayla yarıştırmamız mümkün değil. Yarışı kaybettik, bunu kabul edelim. Bizim eğitim sistemimiz çocuklarımıza beceri kazandıramıyor.

        ‘GOOGLE’IN OLDUĞU BİR DÜNYADA TÜRKİYE’DE YAPTIĞIMIZ SINAVLARIN HİÇBİR HÜKMÜ YOK’

        Türkiye’deki eğitim sisteminin temel problemleri neler?

        En temel problemi, bizim uzun süredir eğitimin “ne için olduğunu” tartışmamamızdır. Türkiye’de politik ve ideolojik kamplaşma hayatın her alanında çok yoğun bir şekilde var. İmam hatipliler, meslek okulları tartışmalarının arasında eğitim kayboldu gitti. Yirmi yılı bu tartışmalarla kaybettik. 80’lerin sonundan 2018’e kadar Türkiye’de bir kuşak iyi eğitim almadı. OECD, Milli Eğitim Bakanlığı ile birlikte Türkiye’de her üç yılda bir PİSA araştırması yapıyor. Biz o listede 30’lardaydık, sonra 40’lara geldik; Türkiye şu an ilk 50 ülke arasında yok. Bu, 15 yaşındaki çocukların ekonomide gerekli olan becerilere sahip olup olmadığını ölçen uygulamalı bir test, ezber değil. Ezber olsaydı birinci olurduk. Çünkü biz, bilgi aktarmayı eğitim sanıyoruz. En büyük yanılgımız bu. Çocuklara ezberlettiriyoruz, bir sınava sokuyoruz, sonra bir daha sınava sokuyoruz. Bütün sınavlar aynı becerileri ölçüyor. O becerinin de dünyada bir karşılığı yok. Google’ın olduğu bir dünyada Türkiye’de yaptığımız sınavların hiçbir hükmü yok. O yüzden hayatta başarılı olanlarla sınavda başarılı olanlar arasında ciddi bir fark var. Dünyada böyle değil. PİSA testlerine bakın; problem çözme becerisi, yaratıcılık, üç beş bilgiyi bir araya getirip bunları çözebilme var.

        REKLAM

        Biz Türkiye’deki çocuklara bu beceriyi veremiyoruz...

        Bunları verebilmeniz için, çocuklara eleştirel düşünme becerisi kazandırmanız lazım. Yeni yüzyılda ekonomiden, sosyal hizmete ve eğitime, teknolojinin kökeninde inovasyon var. İnovasyonun birinci kuralı itiraz etmektir. Yaratıcılık, “Şu fincan böyle olmak zorunda mı? İtiraz ediyorum, böyle olmak zorunda değil” diyerek başlar. Siz çocuklarınızdaki itiraz etme becerisini köreltirseniz, oradan inovasyon çıkmaz.

        Ziya Selçuk’a tavsiye edeceğiniz ilk beş değişim nedir?

        Birincisi ve en önemlisi; karar ve reformlarınızı veriyle yapın. Veriye dayalı karar verme mekanizmasını eğitimin her alanında korumanız lazım. Sabah kalktım, “Hadi sınavı iptal edelim”; ertesi gün kalktım, “Sınavı geri koyalım”, ertesi gün kalktım, “Meslek liseleri böyle olsun.” Böyle karar verilmez. Yirmi milyon insanın hayatıyla oynuyorsunuz. Hatırlayın, “Okula başlama yaşı 60 ay olsun” denildi. Sonra herkes itiraz etti. 60 aylık çocuk tuvalet eğitimini daha yeni tamamlamış, 60 aylık 60 çocuğu aynı sınıfa koyup başına bir öğretmen koyduğunuz zaman, oradan öğrenme falan çıkmaz. Bunu söyledik, dinleyen olmadı. Ne oldu? 60 aylıklar başladı, başlamayanlara cezalar verildi. Bundan altı ay sonra “66 ay olsun” dendi. Bir altı ay sonra da “72 ay olsun” dendi. O arada 1 milyon çocuk okula beceri seviyesinden erken başladığı için siz o bir milyon çocuğun hayatıyla oynadınız. Eğer o kararlar veriye dayalı verilmiş olsaydı, bu sonuçlar doğmazdı. Eğitim aşamalarında reform verme pratiğimizi değiştirmemiz lazım. İkincisi, eğitimde fark yaratabileceğimiz alan; okul öncesi 0-6 yaş aralığı. İnsan beyninin yüzde 90 oranında gelişimini tamamladığı dönem ilk 36 aydır. Ben 60 diyorum; bu 60 aylık 0-6 yaş arası dönemde, çocukların beyinlerinin gıdası olan sağlıklı ve etkili iletişim ortamını yaratmadığınız zaman ortaokulda, lisede, üniversitede ne yaparsanız yapın sonuç alamazsınız. Bunu, Chicago Üniversitesi’nden ekonomist James Heckman söylüyor. Kendisine Nobel Ekonomi Ödülü verdiler. Ekonomide Nobel Ödülü verilmesinin nedeni; basit bir soru. “Benim elimde 1 dolar var. Bu 1 doları insan gelişiminin hangi evresine yatırırsam ne kadar geri dönüş alırım?” diyor. Araştırma şunu gösteriyor; okul öncesi dönemde yatırdığınız her 1 liraya karşılık 7lira geri alıyorsunuz. Attığım bir başlığı, ODTÜ mezuniyet töreninde afiş yapmışlar: “Her ile bir üniversite açacağınıza her mahalleye kaliteli bir okul öncesi eğitim kurumu açalım.” Üçüncüsü kodlama. Okul öncesinden başlayarak kodlamayı, eğitimin her alanında mecburi olarak müfredata koymamız lazım. Birinci sınıflara koyuldu, geçen sene ben de bu kampanyaya katıldım ama sonra kaldırdılar. Yeni dönemin alfabesini çocuklarımıza kazandıramazsak, diğerlerine yetişemeyiz. Dördüncüsü, biz Türkiye’de eğitimde âdem-i merkeziyetçiliği getirmek zorundayız. Ben Ardahanlıyım. Ardahan’daki bir çocuğa öğrettiğimiz kimyayla Muğla’daki çocuğa öğrettiğimiz kimya aynı olmak zorunda değil. Ardahan’daki bir çocuğa öğrettiğimiz tarihle Muğla’daki çocuğa öğrettiğimiz tarih aynı kitaptan, aynı şekilde olmak zorunda değil.

        Bu çok radikal bir öneri. Eğitimde fırsat eşitliğine aykırı olmaz mı?

        Olmaz. Oradaki öğretmenin yaratıcılığına ve müfredatı dönüştürme kabiliyetine güvenmekten söz ediyorum. Bir öğretmen, yaz için kitap okuma listesi bile hazırlayamıyor şu anda.

        Türkiye’de öğretmenlerin seviyesini eşitlemeden böyle bir uygulamaya başlamadığınız takdirde, bu sefer belli bölgelerdeki öğretmenlerin kalitesizliğinden dolayı öğrencilerde bir düşüş yaşanmaz mı?

        Sözünü ettiğim, öğretmenlerin yaratıcılığını sisteme entegre etmek. Türkiye’deki bölgelere göre öğretmen kalitesi, Amerika’dan daha iyi. Türkiye’de yeni mezun öğretmenlerin Doğu’da görev yapıyor olması bir avantaj. Yeni mezun öğretmenlerle yirmi yıllık öğretmenler arasında ciddi bir kalite farkı var. Yeni mezun öğretmen, sözünü ettiğimiz teknolojik gelişmelere çok daha açık. Bu yeni öğretmenler Doğu’ya gidiyor. Ben bizim köyün ilkokuluna her sene gidiyorum. Sıkıntı, iki yıldan fazla kalmıyor olmaları. Oradaki öğretmene inisiyatifler, teşvikler vermek lazım. Yerel dinamiklerle öğretmenlerin kendi müfredatlarını yetiştirme kabiliyetini teşvik etmemiz gerekiyor. Beşincisi, Türkiye’de yoksul ailelerden gelen, anne babalarının eğitim seviyesi yedinci sınıf veya daha altı, kitap okumayan, okul öncesi eğitime katılmamış olan bir grup öğrenci var, bunlar en dezavantajlı grup. OECD ülkeleri içerisinde bu öğrencilere en fazla sahip olan ülke Türkiye. Bizim ortalamamızı düşüren grup da bunlar. Yüzde 20-30’luk bir grup var ki bunlara bütün testlerde “Sıfır çekenler” diyebiliriz. Dolayısıyla eğer Türkiye’nin ortalamasını yükseltmek istiyorsak, en alt gruba iki üç adım attırdığımız zaman zaten OECD ülkelerini yakalamış oluyoruz. Sözünü ettiğim dezavantajlı çocuklar İzmir’in, İstanbul’un, Ankara’nın varoşlarında. Bu çocuklar için, proje okulları, özel yetiştirilmiş öğretmenler, küçük sınıflar gibi uygulamalarla topyekûn bir seferberlik başlatmamız lazım.

        REKLAM

        Bakan Ziya Selçuk bundan sonraki eğitim anlayışına dair açıklama yaptı. “Hiçbir öğrencimiz, hiçbir velimiz sürprizle karşılaşmayacak. Oyunun sonunda asla kural değişmeyecek, oyunun ortasında 'biz değiştirdik' demeyeceğiz” dedi. Nasıl karşıladınız bu açıklamasını?

        Ziya Selçuk’un bakan yapılması Türkiye için büyük bir umut. Şu kurduğu cümleler bile umudumu tazelememe neden oldu. Rekabet adil olursa çocuklar çalışır. Adil rekabetin olmadığı, kuralların yarı yolda değiştiği ortamda insanlar çalışmıyor. Dolayısıyla yapılması gereken bir hamle. O yüzden destekliyorum...

        Aynı konuşmasında Prof. Selçuk “En geç iki ay içinde yaklaşık 3 yıllık bir program açıklayacağız. Okula başlayan çocuklarımız 2040 yılında iş hayatına başlayacak. Bu aslında 2040’ların dünyası için bir hazırlık” dedi...

        Bence Türkiye’deki reform yapma süreci şimdiye kadar tamamen verilerden bağımsız ideolojik çatışmalarla geçti. Önümüzdeki dönemde eğer bu 3 yıllık plan ve sonraki vizyon Türkiye’nin nerede olduğu ve nereye varmak istediğimiz sorularına cevap veren verilerle hareket ederse çok güzel ve doğru olur. Dünyada reformları verilerle yapan ülkeler eğitimde ilerliyor. İdeolojilerle, kimlik çatışmalarıyla yapan ülkelerse kendi içinde gömülüp kayboluyor. Bunun örnekleri Finlandiya’dan Güney Kore’ye kadar her yerde var. Finlandiya son dönemde eğitimde benzer bir hamle yaptı. Sıra bizde. Geç olsun ama iyi olsun, hayırlı olsun...

        Size “eğitimde değişim için beş madde” sorduğumda öyle şeyler söylediniz ki Türkiye’de eğitim adına son dönemde konuştuklarımızın hiçbiriyle alakalı değildi. Biz Türkiye’de; “Sınavlar kalkmalı mı, kalkmamalı mı? İmam hatiplerin sayısı artıyor mu, azalıyor mu? Müfredat nasıl değişmeli? Meslek liseleri nasıl olmalı?” konularını konuşuyoruz. Bütün bunlara dair hiçbir şey söylemediniz. Bunlar eski paradigmalar mı ve sizce bu konularda ne tür düzenlemeler yapılmalı?

        Bunlar boş işler Kübra Par! O soruların Türkiye için bir anlamı olabilir; ama varmaya çalıştığımız, yarıştığımız dünya için hiçbir anlamı yok. Burada imam hatiplerin sayısında fazlasıyla artış yaşandı. Ben Türkiye’de beş altı yıldır Suriyelilerle çalışıyorum. Urfa, en çok imam hatip olan yerlerden bir tanesi; ama Urfa’da imam hatip mezunu Arapça konuşan bir çocuk yok. İmam hatipte Arapçayı öğretemiyorsunuz. Tamam, imam hatip olsun ama bari Arapçayı öğrensin. Sorun; imam hatipte hedef konulan becerilerin de kazandırılamaması. Bizim mahallede dindar bir amcamız vardı. Bu amca çocuğunu imam hatipte okutmak için Kars’a gönderdi. İlçemize döndüğünde öyle bir kültürle ve donanımla geldi ki herkes ona gıptayla bakıyordu. Çünkü o zaman imam hatipler, özel kimlik yaratma kabiliyeti olan okullardı. Türkiye’deki ideolojik tartışmaların da göz ardı ettiği bir nokta şu: sonra o imam hatipleri artırmaya kalkarken imam hatipleri liselileştirdiler. Bu sözünü ettiğim kimlik inşa mekanizmasına sahip okulları ortadan kaldırdılar. Şu an Türkiye’de imam hatipler çoğaldı, ne oldu? Hepsi lise oldu. Tarif ettiğim kimlikte bir insanı yaratma kabiliyetini yitirdiler. Şöyle bir metafor üzerinden anlatayım; İstanbul’a Türkler geldiğinde burada bir kültür vardı, sonra köylüler geldi, yani biz. Biz İstanbullu olacağımıza İstanbul’u kendimize benzettik. İmam hatiplere de bu oldu. Bilmiyorum, anlatabildim mi?

        “İmam hatiplerin sayısının artması amacından uzaklaşmasına sebep oldu” diyorsunuz.

        Evet, bildiğimiz normal liseye dönüştü. Mesela bu bahsettiğim arkadaş sigara içmiyordu. O bizim için “İmam hatibe gitti, sigara içmiyor” idi. Böyle bir şey yok artık.

        MÜFREDATLA KİMLİK İNŞA EDEMEZSİNİZ, ATATÜRK’Ü, NÂZIM HİKMET’İ, KUR’AN-I KERİM’İ KOYUP ÇIKARTIN, HİÇBİR ÖNEMİ YOK...

        G-eçtiğimiz yıl boyunca müfredattaki değişiklikleri konuştuk. En çok tartışılan; “Atatürk çocuklara geç yaşta mı öğretiliyor? Atatürk’le ilgili bölümler azaltılıyor mu?” gibi konulardı. Geçen yıl getirilen müfredatı nasıl buldunuz? Atatürk’le ilgili içerik tartışmalarına nasıl bakıyor Selçuk Şirin?

        Müfredat hayattır. 1930’larda, 1940’larda okulların müfredatla kimlik inşa etme kabiliyeti belki vardı. Sovyetler’de, 1970’lerde belki vardı. 2018 dünyasında siz Atatürk’ü, Nâzım Hikmet’i, Kur’an-ı Kerim’i koyup çıkartın, hiçbir önemi yok. Çocuk oradan aldığı içerikle kimliğini inşa etmiyor. Bu tartışmalar içerisinde içeriğe gereğinden fazla odaklanılıyor. Eğitimin amacı içerik aktarımı değil. Eğitimin amacı; çocukları meraklandırmak, bilgiye nasıl ulaşacakları becerisini kazandırmaktır. Belki sanattır, belki bilimdir; ama içerik değildir. İçerik tartışmalarına hiç girmedim, merak da etmedim. Bu ideolojik bir tartışma, niçin yapıldığını ikimiz de biliyoruz. O tartışmayı kimin kazandığının gelecek için hiçbir önemi yok.

        Sınavlar meselesi de çok tartışıldı. Liseye geçişte yeni bir düzenleme getirildi. Yalnızca sınırlı sayıda, yüzde 10’luk dilimdeki okullara sınavla girilebiliyor. Bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi?

        Bir seçme sistemi olmadan, 20 milyon çocuğu çeşitli kademelerde, çeşitli okullara yerleştiremezsiniz. Hayatın kurallarından bir tanesi bu. Belli bir derecelendirme olacak. İsterseniz insanları boyuna, saç rengine, zekâ seviyesine göre ölçersiniz; ama bir şey yapmanız lazım. Çünkü bir milyon kişi başvuruyor. Harvard’ın aldığı öğrenci sayısı yedi sekiz bindir. Bizim bir mekanizma bulmamız lazım. Mesela New York Üniversitesi’nde nasıl seçiyoruz çocukları? “Portfolyonu getir, şimdiye kadar ne yaptın? Hangi sivil toplum kuruluşlarına katıldın?” diyoruz. SAT testi sonuçlarına bakıyoruz. Çocukların problem çözme becerilerini, yaratıcılıklarını ve itiraz etme becerilerini ölçüyoruz. Bütün bunları topluyoruz, bir derecelendirme yapıyoruz. Türkiye’de sizin bunu yapma şansınız yok.

        REKLAM

        Neden?

        Çok pahalı. Öğretmenler, STK’lar Türkiye’de yerleşmiş değiller. New York Üniversitesi’nin en çok kayıt ofisinde çalışanı var. Yüzlerce insan bu dosyaları inceliyor. Biz bunu kuramayız. Şu an pratik olarak mümkün değil. Dolayısıyla Türkiye’nin merkezi bir sisteme ihtiyacı var. Bunun dengeleyici bir tarafı da var. Eğer merkezi sistem olmasaydı, ben bugün sizinle konuşmuyor olacaktım. Ben sıradan bir liseye gittim, bir sınava girdim ve o sınavda yüzde 1’e girdim. Tesadüf değil. Üç kuruş verip tek bir sınava giriyorsunuz ve Türkiye’nin istediğiniz üniversitesine gidebiliyorsunuz. Amerika’daki sistem böyle değil; Amerika’da tek tek hepsine başvurmanız lazım. Amerika’daki sistemi buraya getirirseniz, benim gibi köy çocuklarının, yoksul çocukların üniversiteye gitme şansını elinden almış olursunuz.

        REKLAM

        Peki, liseye geçişte yalnızca yüzde 10’luk dilimin sınava alınması iyi bir şey mi, kötü bir şey mi?

        Eğer o sistem 10 yıla yayılarak, kademeli olarak geçilseydi ve o yüzde 10 hakkıyla belirlenseydi, sıkıntı olmazdı. Bir yılda pat diye okulların nasıl seçileceğini bilmeden yaptığınız zaman sıkıntı oluyor. Amaç sınava girenlerin sayısını azaltmaktı, azaldı mı; yine 900 bin kişi sınava girdi. Konulma gerekçesini ortadan kaldıran bir uygulama oldu. Bizim reform yapma biçimimizdeki sakatlık orada da cereyan etti.

        ‘ÇOCUK YETİŞTİRME REÇETEYE GELMEZ’

        Okul öncesi eğitimin önemini vurguladınız. Bir yazınızda “Çocuğa gece kitap okumak bile uzmanlık ister” demiştiniz. Sizce Türkiye’de çocuk yetiştirirken ebeveynlerin yaptığı hatalar neler?

        Yolda gelirken şunu gördüm; çok lüks bir araç, üstü açık, belli model bir aile izlenimi veriyor. Çocuğu ön koltuğa koymuşlar, o da ayağa kalkmış. Korkunç bu. Bu tür bir örnek bizim nerede durduğumuzu gösteriyor. Bir kesim var hiç dert etmiyor; başka bir kesim var çocuklarını proje yaptılar. Her şey çocuğunun etrafında dönüyor. Bu çocuklar başarılı da oluyorlar. Tarif edilmiş, ebeveynin kendinden hayata geçiremediği bütün hayallerinin aktarıldığı alanda başarılı oluyorlar. Türkiye’de fenomen bir grup oluşmuş durumda. Çocuğunuzu nasıl yetiştireceğinizi size reçete gibi yazanlar grubu var. Çocuk yetiştirme reçeteye gelmez. Ben Amerika Bilimler Akademisi Çocuk Yetiştirme Komitesi üyesiyim. Benim uzmanlık alanım, ilk makalem “Parenting” yani ebeveynlik üzerine. Kitapta yazanla, uygulamanın örtüşmediğini en iyi bilen benim. Orada yazan bir ortalamayı tarif ediyor; çocuk bir tane. Her çocuk ayrı. Türkiye’deki süreci fazla eleştirmeden şunu söyleyeyim; “temperament” yani mizaç diye bir şey var. Her çocuk mizacıyla doğar. Bazı çocuk sinirlenir bazısı gülümser; çocuğunuzu tanıyın ve çocuğunuzla vakit geçirin. Çocuğunuzun neyi, nasıl sevdiğini ve neyi, nasıl öğrendiğini bilin. Gerisini o çocuk yönlendirir. “Ebeveynlik Krizi” diye bir makale yazdım. Benim Türkiye’deki gözlemim şu; orta sınıf eğitimli bir grup var. Bu grup, çocuklarına gereğinden fazla vakit ve para harcıyor.

        Yarış atı gibi, o koleje girsin, bu kursa gitsin şeklinde bir “proje çocuğa dönüştürme” eğilimi var, değil mi?

        Hem çocuğu mahvediyor hem ebeveyn-çocuk ilişkisini mahvediyor.

        Ebeveynlik refleksiyle “Çocuğum en iyi şekilde yetişsin” diye uğraşıyorlar. Peki, bunun normali ne?

        Çok fazla dert etmeyeceksiniz. Ebeveynin çocuk gelişimi üzerindeki etkisi tahmin ettiğinizden çok daha az. Restoranlarda görüp üzülüyorum, benim de iki çocuğum var. Yemiyorsa, aç kalıyor. En fazla kaç gün aç kalabilir? En sonunda yiyecek. Binlerce yıldır bir şekilde çocuklar yetiştiriliyor, uzay bilimi değil neticede.

        “Fazla abartmayın” diyorsunuz.

        Evet, abartmayın.

        ‘ZAMANI VE MEKÂNI UNUTTUĞUNUZ İŞİ SEÇİN’

        Geçtiğimiz hafta hem liseye hem de üniversiteye giriş sınavı oldu. Arkadaşlarımın çocukları, onların istediği ideal bölümü kazanamadılar. Ne dersiniz buradan o anne babalara ve çocuklara?

        REKLAM

        Bir kere benim köşemi okusunlar. En son yaparken zamanı ve mekânı unuttuğunuz uğraş neyse o mesleği seçin. Sıradan bir doktor olacağınıza iyi bir hemşire olun. Eskiden, sıradan bir doktor iyi bir hemşireden daha fazla kazanırdı; o yüzden herkes çocuğuna “Doktor ol” diyor. Ben diyorum ki, bu devir bitti. Şu an İstanbul’da iyi bir hemşire sıradan bir doktordan on kat daha fazla para kazanıyor. Zamanı ve mekânı unuttuğunuz işi seçin. Sanat ve tasarım robotların giremeyeceği alanlar olduğu için önümüzdeki dönemde müthiş bir talebin olacağı alanlar. Bu sözünü ettiğimiz ailelerin en değer vermediği alandır.

        ‘ÇOCUKLARA GÜNDE 2 SAAT BİLGİSAYAR OYUNU OYNATARAK, İNGİLİZCE, TÜRKÇE, KODLAMA ÖĞRETTİK’

        Selçuk Bey siz, sosyal girişimcilik alanında dünyanın en prestijli ödüllerinden Jacobs Foundation Ödülü’nü aldınız. Bu ödülün anlamı nedir?

        Teşekkür ederim. Jacobs Vakfı, Avrupa’nın en büyük vakıflarından bir tanesi. Meşhur Jacobs Toblerone çikolataları vardır, onlar bütün varlıklarını bu vakfa bırakmışlar. Vakıf, dünyanın “çözülemez” denilen sorunlarına çare arayan sosyal bilim insanlarının girişimci taraflarını özendiren ödüller veriyor.

        Niye size verdiler?

        Amerika’daki Müslüman göçmenler, Türkiye’deki ve Norveç’teki mülteciler üzerine yaptığım çalışmalardan dolayı beni tercih etmişler. Altı yıldır, Türkiye’deki mülteciler ve Suriyeli çocuklarla ilgili araştırma yapıyorum; ama araştırma kısmının yaratıcı bir kısmı yok. Soru soruyorsunuz, cevap alıyorsunuz, yayınlıyorsunuz. Ama ben oradan elde ettiğimiz veriler üzerinden bir start-up kurdum.

        Project Hope, yani “Umut Projesi” adını verdiğiniz bir start-up değil mi?

        Evet. Dünyada sosyal hizmet, köhnemiş bir sektör ve inovasyon yok. Yani, yüz yıl önce eğitim, sağlık, ruhsal alanlarda nasıl sosyal hizmet veriliyorsa, bugün de aynı şey yapılıyor. Çocukları okullara toplayıp eğitim veriyoruz, psikolog ve sosyal hizmet buluyoruz. Şu anda dünyada yurdundan edilmiş 60 milyon mülteci var. Bunun 30 milyonu çocuk ve bu 30 milyon çocuğun hepsi travma yaşamış, çünkü savaştan kaçıyorlar. Ne okul bulmamız ne psikolog bulmamız ne de psikiyatr bulmamız mümkün. Dolayısıyla ortada bir sorun var. Talepler çok yüksek, bu hizmeti sağlayacak insan kaynağı neredeyse sıfır ve para yok. Bu dengenin nasıl sağlanabileceği çözülemeyen bir sorun. Jacobs Vakfı da buna çare arıyor. Benim çarem; teknoloji. Bir, online dijital video oyunlar üzerinden çocuklara çeşitli beceriler kazandırabilir miyiz? İki, 20. yüzyılın en önemli becerisi olan kodlamayı öğretebilir miyiz? Üç, bu çocukların gelecekten umudu yok; travmadan dolayı hem depresyon hem post-travmatik stres bozukluğu var. Bunun verdiği yarayı sarmak için bu çocukların umut seviyesini artırabilir miyiz? Benim sorularım bunlardı. Bu çalışmanın ilk denemesini New York Üniversitesi’nin projesi ile, Urfa Belediyesi ve Bahçeşehir Koleji işbirliği ile Suriyeli mülteci çocuklar üzerine yaptık. Bir ayın sonunda sözünü ettiğim çocuklara sadece bilgisayar oyunu oynatarak, İngilizce, Türkçe, kodlama öğrettik. Bu çok ucuz bir şey. Bir laptopta, çocuk günde iki saat oyun oynuyor. Mine Craft diye bir oyun var; Microsoft’un da katkısıyla gerçekleştirmiştik. Bu kadar kapsamlı bir içeriğin sadece oyun oynayarak çocuklara kazandırılabildiği ilk çalışmaydı. O yüzden çok umutluyum. Buradan aldığımız maddi destekle ve yurtdışı ağıyla şimdiki amacım; önümüzdeki beş yılda 100 bin çocuğa ulaşmak. Sadece Suriyelilere değil; Türkiye’deki yoksul çocuklara da ulaşmak istiyorum. Türkiye’de yazılımcılar arıyoruz. Onlarla ilk toplantımızı bu hafta yaptık. İnşallah bir dahaki buluşmamızda size bu projenin bitmiş, uygulanan halini göstermiş olacağım.

        Çocukların teknolojik oyunlara erişimini nasıl sağlayacaksınız? 30 milyon mülteci çocuğun elinde tablet, telefon, bilgisayar yok...

        Bir tabletle günde iki saatten, senede bin çocuğa ulaşılabilir. Bir tablet 250–300 dolar, masraflı değil. Türkiye dâhil, dünyanın pek çok ülkesinde atıl laptoplar var. Sadece internete ulaşabilen laptoplardan söz ediyoruz. Bir kenarda yığılan eski laptopların iyileştirilmesi gerekiyor. Bunu yapan vakıflar var.

        Şurada Paylaş!
        Yazı Boyutu

        GÜNÜN ÖNEMLİ MANŞETLERİ

        Habertürk Anasayfa